HIKÂYÂT-ÜS SAHÂBE

IKİNCİ BÖLÜM


SAHÂBELERDEKİ ALLAH KORKUSU  

Birinci bölümde gördüğünüz gibi Sahâbe-i Kirâm din uğrunda canlarını, mallarını,  haysiyetlerini ve her şeylerini hiçe saymalarına rağmen, onlarda Allah korkusu çok fazlaydı. O korkudan bir nebze de bizim gibi günahkarlara nasip etmesini Allah’tan niyaz ederim. Allah korkusuna örnek olarak birkaç kıssa yazıyorum

1. ŞİDDETLİ RÜZGAR ESTİĞİ ZAMAN PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN DAVRANIŞI

Hz. Aişe radıyallahu anha buyuruyor ki: “Havada bulut, kasırga vs. çıktığı zaman Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in nurlu yüzünde onun tesiri görülür ve mübarek yüzünün rengi değişirdi. Korkudan dolayı bir içeri girer, bir dışarı çıkardı. Ve şu duayı okurdu:

“Allah’ım! Bu rüzgarın ve içindekilerin (yağmur vs.)’nin hayrını ve hangi maksatla gönderilmişse onun da hayrını isterim. O bulutun ve onun içindekilerinin şerrinden ve hangi maksatla gönderildi ise onun da şerrinden sana sığınırım.”

Yağmur yağmaya başladığında yüzünde bir ferahlık belirirdi. Ben “Ya Rasûlallah, halk bulutu görünce, yağmur alameti belirdi diye seviniyor, fakat sizde ise bir sıkıntı hissediliyor” dedim. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Ey Aişe! ben onda azap olmayacağından nasıl emin olabilirim? Åd kavmine azap rüzgar ile gönderildi. Onlar bulutu görünce, <Bu bulut bize yağmur yağdıracak> diye sevinmişlerdi. Halbuki onda azap vardı” dedi. Allah celle celaluhu şöyle buyuruyor:

“Onlar, o azabı, (bulunduklan) vadilerine doğru gelen bir bulut halinde görünce <Bu bulut, bize yağmur yağdıracak.> dediler. Bunun üzerine Allahu Teala şöyle buyurdu: <Hayır, o sizin acele istediğiniz şey. Bir rüzgar ki, onda çok acıklı bir azap vardır. Rabbisinin emri ile her şeyi helâk edecektir.> Nihayet o hale girdiler ki, meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu. İşte mücrim (inkarcı) kavme, biz böyle ceza veririz.” (Ahkaf-24,25)

IZAH: Peygamberimiz salalahu aleyhi vesellem kendisinin de buyurduğu gibi “Seyyid-ül evvelin vel ahirin” (Gelmiş ve gelecek herkesin efendisi)’dir. Bunu herkes bilmektedir. Buna ragmen o yüce zatın Allah korkusu, işte böyleydi. Bizzat Kur’an-ı Kerim’de söyle buyrulmaktadır. “Sen onlanın arasında bulunduğun sürece Allah anlara azap etmeyecektir”. Bu ilahi vaade ragmen Hz. Peygamber sallalahu aleyhi veselem de öyle bir Allah korkusu vardı ki, bir bulut veya şiddetli bir fırtına gördüğü zaman önceki kavimlerin uğradıkları azabı hatırlardı. Bir de kendi halimize göz atalım. Her zaman günahlara batmaktayız. Zelzeleleri ve başka azapları görünce tesir almak, tövbe etmek, istigfar etmek, namaz kılmak vs. ile meşgul olmak yerine lüzumsuz ve boş olan başka türlü araştımalara dalıyoruz.   


2. HZ. ENES (R.A.)’IN HAVANIN KARARMASI ÜZERİNE TAVRI

Nadr bin Abdullah radiyallahu anh diyor ki “Hz. Enes radyallahu anh hayatta iken gündüz vakti ortaliğı karanlık bastı. Ben, Hz. Enes radyalahu anh’ın yanına gittim ve Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in zamanında böyle şeyler olur muydu?> diye sordum. O <Allah korusun, Peygamber sallalahu aleyhi vesellem’in zamanında rüzgar biraz hızlı esince kıyamet kopacak korkusuyla mescitlere koşardık> buyurdu”. Diğer bir sahabi Ebu Derdâ radiyalahu arnh diyor ki “Şiddeti bir rüzgar çıkınca dehşete kapılip mescide gitmek Peygamberimiz sallalahu aleyhi vesellem’in adetiydi”.    

IZAH: Bugün en büyük felaketler, musibetler ve belalar karşisinda bile kimsenin camiye gitmek aklına geliyor mu? Sıradan kişiler bir tarafa, dini bilenler bile buna önem veriyorlar mı? Bizzat bunun cevabinı kendiniz düşününüz.  


3. GÜNEŞ TUTULMASI SIRASINDA PEYGAMBER (S.A.V.) İN AMELİ

Peygamberimiz sallalahu aleyhi vesellem zamanında bir defa günes tutuldu. Sahabeler ” Peygamber sallalahu aleyhi vesellem ‘in bu durumda ne yapacağını araştıralım” dediler. Meşgul olduklan işlerini bırakip koşarak geldiler Ok atma talimi yapan gençler de Peygamber sallalahu aleyhi vesellem ‘in o anda ne yapacagini görmek için yaptıkları  çalışmayı birakıp koşarak geidiler. Peygamber sallalahu aleyhi vesellem iki rekat “küsuf namazı kildı. Namazı o kadar uzatti ki insanlar bayılıp düşmeye başladılar. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem namazda ağlıyor ve şöyle yalvarıyordu “Ey Rabbim, ben aralarında bulunduğum ve onlar istiğfar ettikleri müddetçe onlara azap etmeyeceğini vaat etmiştin. (Enfal suresinde Allahu Teala bu hususta şu vaatte bulunmuştur.

“Halbuki sen (Ey Rasûlüm) onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri halde de Allah onlara azap edecek değil.”) (Enfal-33)

Namazdan sonra Peygamber sallalahu aleyhi vesellem şöyle bir nasihat etti: “Böyle bir durum meydana geldiğinde, güneş veya ay tutulduğunda telaşlanıp korkarak namaza yönelin. Benim gördüğüm ahiret ahvalini siz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız. Böyle bir durumla karşılaşınca namaz kılın, dua edin, sadaka verin”.  


4. PEYGAMBER (S.A.V.)’İN GECE BOYUNCA AĞLAMASI

Bir defasında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bütün gece ağladı ve sabaha kadar namazda şu ayeti okuyup durdu:

“Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır; ve eğer kendilerini bağışlarsan yine şüphe yok ki, sen, mutlak galipsin ve hükmünde hikmet sahibisin.” (Maide-118)

Imam-i Azam rahmetullahi aleyh hakkında da şöyle bir rivayet nakledilmiştir. O bir gece sabaha kadar: ayetini tekrar tekrar okuyarak ağlamıştır. Bu ayetin manasından şöyle anlaşılmaktadır: Kıyamet günü mücrimlere, “Dünyada iken hepiniz beraber yaşıyordunuz, fakat bugün bütün suçlular bir tarafa, suçsuzlar bir tarafa ayrılsın” denilecektir. Bu emri duyduktan sonra ne kadar ağlansa azdır. Çünkü kıyamet günü Allah’ın emirlerini yerine getirenler arasında mı olacağız yoksa mücrimler arasında mı? bilemiyoruz.


5. HZ. EBÛ BEKR (R.A.)’IN ALLAH KORKUSU

Ehli sünnetin kararına göre Hz. Ebû Bekir Sıddık radıyallahu anh Peygamberlerden sonra bütün insanlardan üstündür. Cennet’lik olduğu kesindir. Onu bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ Cennet ile müjdelemiş, hatta Cennet’lik bir topluluğun başı olacağını haber vermiş ve Cennet’in bütün kapılarından çağrılacağını müjdelemiştir. Ayrica şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden ilk önce Ebu Bekr Cennet’e girecektir”. Bütün bunlara rağmen o şöyle derdi: “Keşke ben kesilen bir ağaç olsaydım”. Bazen “Ne olaydı hayvanların yiyeceği bir ot olsaydım.” Bazen de “Bir mü’minin bedenindeki kıl olsaydım” derdi. Bir gün bir bahçeye uğradı, orada yatmakta olan bir hayvanı görünce içini çekerek şöyle dedi “Sen ne kadar rahatsın; yiyorsun, içiyorsun, ağaçların gölgesinde dolaşıyorsun. Ahirette de hesaba çekilmeyeceksin. Ne olaydı, Ebû Bekr’de senin gibi olsaydı”.”

Rebîa Eslemi radıyallahu anh diyor ki: “Bir keresinde bir konu üzerinde Hz. Ebû Bekr radıyallahu anh ve benim aramda ufak bir tartışma oldu. Zoruma giden bir söz sarf etti. hemen kendine geldi ve bana “Sen de aynısını bana söyle ki ödeşelim” dedi. Ben bunu kabul etmeyince “Ya söyleyeceksin ya da Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e gidip haber vereceğim” dedi. Ben yine cevap vermeyi reddedince kalkıp gitti. Eslem oğullarından bazıları yanıma geldiler ve şöyle dediler: “İyi be, hem haksızlık yapsın hem de gidip Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e şikayet etsin”. Ben, “Siz biliyor musunuz o kimdir? O Ebû Bekr Sıddık’tır. Eğer o bana darılırsa Allah’ın sevgili Rasûlu de bana darılır. Allah’ın Rasûlu darılırsa Allahu Teâlâ darılır. O zaman Rebîa’nın helâk olacağından bir şüphe kalır mı?” dedim. Ondan sonra Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gidip hadiseyi anlattım. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Doğru, sen cevap olarak karşılığında bir şey dememelisin, ancak bunun karşılığında, <Ey Ebû Bekr, Allah seni affetsin> de” buyurdu.

İZAH: İşte Allah korkusu budur. Hz. Ebû Bekr radıyallahu anh sarf ettiği basit bir sözün karşılığını alması için Rebîa radıyallahu anhu’ya önce bizzat ricada bulunmuş, sonra da Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem aracılığı ile Rebîa’nın kendisinden karşılığını almasını istemiştir. Bugün biz birbirimize yüzlerce laf söylüyoruz da, ahirette bunun karşılığını ödemek zorunda kalıp, hesaba çekileceğimizi hiç aklımıza getirmiyoruz.


6. HZ. ÖMER (R.A.)’IN HALİ

Hz. Omer radıyallahu anh çoğu kere eline bir tutam ot alır ve “Keşke ben bir tutam ot olsaydım” bazen de “Keşke anam beni doğurmasaydı” derdi. Bir gün bir Iş ile uğraşırken adamın biri geldi ve “Falan adam bana zulüm etti, siz ondan benim hakkımı alınız” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh adama bir kırbac vurdu ve “Ben bu işlere bakmak için oturduğum zaman gelmezsin, başka işlerle meşgul iken gelip karşılık almamı istersin” dedi. Adam çekip gitti. Hz. Ömer radıyallahu anh bir adam göndererek onu cağırttı ve kırbacı ona vererek “Benden hakkını al” dedi. O kişi “Ben Allah için seni affettim” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh eve geldi, iki rekat namaz kıldı sonra kendi kendine hitap ederek şöyle demeye başladı: “Ey Ömer, sen alçaktın, Allah seni yükseltti, sen yolunu şaşırmıştın, Allah sana doğru yolu gösterdi, sen değersiz biriydin, Allah sana değer ve şeref verdi, Sonra seni halkın başına emir yaptı. Şimdi biri gelerek kendisine yapılan zulmün karşılığını almak için senden yardım istiyor, sen de ona vuruyorsun. Yarın kıyamet günü Rabbine ne cevap vereceksin?”. Uzun bir müddet bu şekilde kendini hesaba çekip kınadı.”

Kölesi Hz. Eslem radıyallahu anh diyor ki: Bir gün, Hz. Ömer radıyallahu anh ile birlikte Harra denilen yere gidiyorduk. Çölün bir yerinde ateş yandığını gördük. Hz. Ömer radıyallahu anh “Herhalde bu, gece olduğundan dolayı şehre giremeyip dışarıda kalan bir kafiledir. Hadi gidip onların durumlarını öğrenelim, gece onların emniyetini sağlayalım” dedi. Oraya varınca bir de ne görelim, orada bir kadın ve yanında ağlayıp feryat eden birkaç çocuk vardı. İçi su dolu olan bir tencere ocak üzerine konmuş, altında ateş yanıyordu. Hz. Ömer radıyallahu anh selam verdi ve yaklaşabilmek için izin isteyip yanlarına gitti. “Bu çocuklar niçin ağlıyorlar?” diye sordu. Kadın “Açlıktan halsiz kaldılar, ondan ağlıyorlar” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh “Bu tencere de ne var?” diye sordu. Kadın “Çocukları avutmak için su doldurdum, biraz teselli bulup uyusunlar diye ateşin üzerine koydum. Benim bu sıkıntılı halimi sormadığından dolayı mü’minlerin emiri Hz. Ömer ile benim aramda Allah’ın huzurunda hesaplaşma olacak” deyince, Hz. Ömer ağlamaya başladı ve “Allah sana merhamet etsin, Ömer senin durumunu nasıl bilsin” dedi. Kadın “O bizim başımıza emir oldu ama halimizi hiç sormuyor” dedi. Eslem radıyallahu anh diyor ki: Hz. Ömer radıyallahu anh beni yanına alarak geri döndü ve bir çuvalın içine Beyt-ül Maldan biraz un, hurma, yağ koydu ve biraz da elbise ve para aldı. Kısaca çuvalı iyice doldurdu ve “Bunu benim sırtıma koyu ver” dedi. “Ben götüreyim” deyince buyurdu ki “Hayır, benim sırtıma koy” dedi. Ben birkaç defa israr edince “Kıyamet gününde benim yükümü sen mi taşıyacaksın? Bunu ancak ben taşıyacağım, çünkü kıyamet günü bu benden sorulacaktır” dedi. Mecbur olarak çuvalı sırtına yükledim. Çok hızlı bir şekilde o kadının yanına gitti. Ben de yanında idim. Oraya varınca tencereye biraz yağ, un ve hurma koydu ve onları karıştırmaya başladı, ocağı bizzat kendisi üflüyordu. Onun gür sakalının arasından dumanların çıktığını görüyordum Nihayet Harire’ye benzer bir yemek pişti. Sonra kendi mübarek eli ile yemeği önlerine koyarak çocuklara yedirdi. Karınları doyunca çocuklar gülüp oynamaya başladı. Hz. Ömer radıyallahu anh artan yemeği başka öğüne yemeleri için kadına verdi. Kadıncağız çok fazla sevinmişti ve “Allah sana iyi mükafatlar versin, Hz. Ömer’in yerine halife olmaya sen layıktın” dedi. Hz. Ômer radıyallahu anh onu teselli etti ve “Sen Ömer’in yanına gelince beni de orada bulacaksın” dedi. Hz. Ömer az geri çekilerek onun yakınında bir yere oturdu. Bir müddet oturduktan sonra geri

döndü ve şöyle buyurdu “Orada oturmamın sebebi şuydu; onları ağlarken görmüştüm, gönlüm onları bir műddet gülerken de görmeyi arzu etti.

Sabah namazında çoğu kere Kehf ve Tâhâ vs, gibi uzun sureleri okur ve ağlardı. Arkalardaki saflara kadar ağlama sesi ulaşırdı. Bir gün sabah namazında Yusuf suresini okuyordu.

“Ben büyük kederimi ve hüznűmű ancak Allah’a şikayet ediyorum” (Yusuf-86)

ayetine ulaşınca ağlaya ağlaya sesi kısıldı. Bazen teheccüd namazında ağlaya ağlaya yere yığılır ve hastalanırdı.

İZAH: İşte bu, büyük ve ünlű kralların adını duydukları zaman korkup titredikleri zatın Allah korkusu idi. Bugün bin dört yüz sene sonra bile onun heybetli şanı (herkes tarafından) kabul edilmektedir. Bugün bir devlet başkanı veya vali bir tarafa, basit bir idareci dahi kendi halkına böyle davranıyor mu?


7. HZ. İBN-İ ABBAS (R.A.)’IN NASÍHATI

Vehb bin Münebbih rahmetullahi aleyh diyor ki: Hz. Abdullah Ibn-i Abbas radıyallahu anhuma’nın gözleri görmez olduktan sonra ben onu elinden tutup götürüyordum. (Bir gün) Mescid-i Haram’a gitti. Oraya vardığımızda bir topluluğun arasından kavgaya benzer sesler geliyordu. “Beni onların yanına götür dedi. Götürdüm. Oraya varınca selam verdi, oradakiler oturmasını istedilerse de kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Biliyor musunuz, Allah’ın seçkin kullarından oluşan topluluk, Allah korkusunun kendilerini susturduğu kimselerdir. Halbuki onlar ne konuşmaktan acizdirler ne de dilsizdirler. Aksine onlar konuşabilenler, konuşmasını en güzel şekilde becerenler ve anlayışlı insanlardır. Ancak Allah’ın büyüklüğünü hatırlamak onların aklını almış, gönülleri burkulmuş ve dilleri susmuştur. Bu hallerinde onlara sebat nasip olduğu zaman iyi işlerde acele ederler. Siz onlardan neden uzakta kaldınız.?” Vehb rahmetullahi aleyh diyor ki: “Bu (konuşmadan) sonra, iki kişinin bir araya gelip (konuştuğunu görmedim”.

IZAH: Hz. İbn-i Abbas radıyallahu anhüma Allah korkusundan o kadar ağlardı ki gözyaşları yüzünde iz bırakmıştı. Yukarıdaki kıssada Hz. İbn-i Abbas radıyallahu anhüma iyi amellere önem verip devam edebilmek hakkında şöyle kolay bir yol söylemiştir. Allah’ın azameti ve büyüklüğü iyice düşünülmelidir. Ondan sonra her çeşit iyi amel kolay ve mutlaka ihlasla dolu olur. Bunu düşünmek için günün yirmi dort saatinden az bir zaman ayırmak acaba bizim için zor mudur? (Eşher-i Meşahir, Müntehab-i Kenzül-Ummal)


8. TEBÜK SEFERİNDE SEMUD KAVMİNİN YAŞADIĞI YERDEN GEÇİŞ

Meşhur olan Tebuk Gazvesi’, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in katıldığı en son savaştır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e Roma Kralı’nın Medine-i Münevvere’ye saldırmaya karar verdiği ve büyük bir ordu ile Suriye yolu üzerinden gelmekte olduğu haberi ulaştı. Bu haber üzerine Hicret’in dokuzuncu yılının Recep ayının beşinde Perşembe günü onlara karşı koymak için Medine-i Münevvere’den hareket etti. Mevsim çok sıcaktı, savaş çok şiddetli olacaktı. Bu yüzden Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Roma Kralı ile savaşa gidileceği için hazırlık yapılmasını açıkça ilan etti. Bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu savaş için ilk mali yardımı yaptı. İşte bu, Hz. Ebû Bekr radıyallahu anh’ın bütün malını alıp getirdiği savaştır. “Evdekilere ne biraktın?” diye sorulunca “Onlar için Allah ve Rasûlünü bıraktım” demiştir. Hz. Ömer radıyallahu anh ise evindeki malın yarısını getirdi. Bu konu altıncı bölümün dördüncü kıssasında geçmektedir. Hz. Osman radıyallahu anh ordunun üçte birinin bütün ihtiyaçlarını karşıladı. Bu şekilde herkes kendi gücünden fazlasını getirmesine rağmen, genel olarak halk darlık içinde olduğundan on kişi sırayla bir deveye biniyordu. Bundan dolayı bu savaşa (Ceyş-ül Usre) Zorluk Ordusu denildi. Bu savaş çok şiddetli olacaktı, yol çok uzun, mevsim son derece sicaktı. Bununla birlikte Medine-i Münevvere’de hurmaların tam olgunlaştığı zamandı. Bütün bağlar olgunlaşmış bir şekilde bekliyordu. Medinelilerin geçimi daha çok hurmaya dayandığından bir senelik mahsulü toplamanın tam zamanıydı. Bütün bu haller içinde o vakit, müslümanlar için, ağır bir imtihan vaktiydi. Bir tarafta Allah korkusu ve Peygamberin emrinden dolayı (savaşa) gitmekten başka çare yoktu. Diğer taraftan bütün bu zorluklar (sefere çıkmaya) her an başlı başına bir engeldi. Bilhassa bir senelik kazancı ve meyveleri olgunlaşmış ağaçları böylesine sahipsiz bırakıp gitmenin ne kadar zor olduğu meydandadır. Bütün bu sıkıntılara rağmen Allah korkusu o zatlarda her şeyin üstündeydi. Münafıklar, kadınlar, çocuklar, mazurlar, bir ihtiyaçtan dolayı Medine’de bırakılanlar, herhangi bir binek bulamadıklarından dolayı ağlayarak geri kalanlar ve haklarında: |

 “Bu uğurda sarf edecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler.” (Tevbe-92)

ayeti nazil olanlardan başka bütün sahâbeler bu yolculukta beraberdiler. Fakat bir mazeret olmadığı halde savaşa katılmayan üç kişinin başından geçenler ileride anla- tılacaktır. Yolda Semûd kavminin beldesinden geçerken Peygamber sallallahu aleyhi vesellem nurlu yüzünü elbisesi ile örttü, devesini hızlandırdı ve sahâbelere “Burada hızlı yürüyünüz, zalimlerin beldesinden ağlayarak geçiniz. Allah göstermesin onlara inen azabın sizin üzerinize de inmesinden korkarak geçiniz” buyurdu.”

İZAH: Allah’ın sevgili peygamberi ve sevimli Rasûlü, (çok öncelerí) azap inmiş olan bir yerden korkarak ve ürpererek geçiyor ve bu çok zor durumda bile onun uğrunda canlarını feda eden dostlarına da (Allah korusun, onlara da aynı azap isabet eder diye) oradan ağlayarak geçmelerini emrediyor. Biz ise zelzele gelen bölgeleri gezinti yeri ediniyor, helak olmuş kavimlerden kalan harabelerde eğlenmeye gidiyoruz. Ağlamak bir tarafa, ağlamanın hayalini bile gönlümüzden geçirmiyoruz.


9. TEBÜK SEFERİNDE HZ. KA’B (R.A.)’IN BULUNAMAYIŞI VE TEVBE ETMESİ

Tebük savaşına katılamayanlar arasında mazur olanlardan başka seksenden fazla Medine’li münafık ve yaklaşık bir o kadar da bedevi ve Medine dışında oturan büyük bir topluluk vardı. Onlar bu kadarla yetinmeyip bir de başkalarını:

“Bu sıcakta sefere çıkmayın” diye vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

“Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” (Tevbe-81)

Onlardan başka (imanlarında) sağlam ve doğru olan üç tane müslüman hiçbir geçerli özürleri olmadığı halde bu savaşa katılmamışlardı. Biri Ka’b bin Malik, ikincisi Hilal bin Ümeyye, üçüncüsü Mürare bin Rebidir. Bu üç kişi herhangi bir nifak veya özürden dolayı geri kalmamışlardı, aksine maddi durumlarının iyi olması seferden geri kalmalarına sebep olmuştu.

Hz. Ka’b radıyallahu anh o vakit başından geçenleri ilerde geleceği gibi genişçe anlatmaktadır.

Mürare bin Rebi’nin bahçesindeki ağaçlar meyvelerle iyice dolup taşmıştı Ben gidersem meyvelerin hepsi mahvolacak, zaten ben bütün savaşlara katılıyordum. Bu sefer katılmasam ne olur” diye düşünerek geri kaldı. Fakat hatasinı anlayınca bu savaşa katılmamaya sebep olan bahçesinin tümünü Allah yolunda sadaka olarak verdi.

Hilal radıyallahu anh’ın ayrı ayrı yerlere gitmiş olan ev halki ve yakınları bu esnada tesadüfen hepsi bir araya gelmişlerdi. O da “Devamlı savaşlara katılıyordum. Bu sefer gitmezsem ne zararı var” düşüncesi ile geri kalmışti, ancak hatasını anlayınca, “Akraba ile olan iliskiler bu savaşa katılmama engel oldu” diye hepsi ile ilişkiyi kesmeye karar verdi.

Hz. Ka’b radıyallahu anh’ın kıssası pek çok hadislerde geçmektedir. O kendi başından geçenleri çok geniş olarak anlatırdı. Buyuruyor ki: Ben Tebük savaşından önceki savaşlarda, Tebük savaşı esnasındaki kadar güçlü ve mal sahibi değildim. O vakit yanımda bana ait iki devem vardı. Bundan önce hiçbir zaman asla yanımda iki dişi devem olmamıştı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek adeti daima şöyleydi. Savaşa gideceği yönű açıklamazdı. Aksine diğer yönlerin durumlarını sorar araştırırdı. Ama bu savaşta sıcak pek şiddetli, yolculuk uzun, ayrıca düşman çok kalabalık olduğu için halk hazırlansın diye gidilecek yeri açıkça ilan etmişti. Nitekim, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yanına toplanan müslümanların sayısı o kadar çoğaldı ki isimlerini kayıt etmek bile zordu. Çok kalabalık bir topluluk olduğundan birinin gitmemek için gizlenmesi ve onun farkına varılmaması zor değildi. Bunun yanı sıra meyveler tam olgunlaşmıştı. Ben sefer hazırlığına sabah karar veriyordum, fakat akşam oluncaya kadar hazırlık yapmaya fırsat bulamıyordum. Ancak kendi kendime “Benim imkanım var, sağlam bir karar verince derhal katılırım” diyordum. Nihayet, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem müslümanlarla birlikte hareket etti. Fakat benim sefer hazırlığım bitmedi. Yine de “Bir-iki gün içinde hazırlanıp onlara yetişirim” diye düşünüyordum. Böylece ben, bugün yarın diye oyalanırken Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Tebük’e ulaşma zamanı yaklaştı. O zamanda hazırlanmaya çalıştım ama yine de hazırlanamadım. Medine-i Münevvere’de etrafa bakıyordum da yalnız kendilerine münafıklığın çirkin damgası vurulmuş olan veya mazur olan kimseleri görüyordum. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Tebük’e ulaşınca “Ka’b’ı göremiyorum, ona ne oldu?” diye sormuş. Biri: Ya Rasûlallah onu malı ve güzelliğinin çalımı alıkoydu” deyince Hz. Muaz radıyallahu anh “Yanlış söyledin, bizim bildiğimiz kadar o iyi bir adamdır” demiş. Ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir şey söylemeden tamamen sükut etmiş. Nihayet birkaç gün içinde geri döneceklerini haber alınca beni üzüntü ve keder sardı. Derin bir düşünceye daldım. “Şimdi uydurma bir mazeretle Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in kızmasından canımı kurtarayım da başka bir zaman af dilerim” diye kendi kendime yalan, dolan, hileler düşünüyordum. Bu konuda ev halkımdan anlayışlı olanlarla meşvere yapıyordum. Fakat Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in geldiğini duyunca “Artık doğru söylemekten başka bir şey beni kurtarmayacaktır” diye kalbimden karar verip doğruyu söylemeye azmettim. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem mübarek adeti üzere seferden dönünce önce mescide gider ve iki rekat Tahiyyet-ül Mescit namazı kılar, bir mûddet orada oturur ve halkla görüşürdü. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi vesellem adeti üzere mescitte oturdu. Münafıklar gelerek yalan dolan mazeretler ileri sürüyor ve yemin ediyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların dış görünüşlerine göre söylediklerini kabul edip iç yüzlerini Allah’a bırakıyordu. O sırada ben de geldim ve selam verdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kırgın bir şekilde tebessüm ederek yüzünü benden çevirdi. Ben “Ey Allah’ın Nebisi, benden yüz çevirdin, Allah’a yemin olsun ki, ben ne münafığım, ne de imanimdan bir şüphem var” dedim. “Yanıma gel” buyurdu. Yaklaşarak oturdum. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem “Seni alıkoyan neydi? Hani sen dişi develer satın almamış mıydın?” diye sorunca, ben “Ya Rasûlallah, ben şu anda bir dünyacı insanın yanında olsaydım inanıyorum ki geçerli bir mazeret gösterip onun öfkesinden kurtulurdum. Allahu Teâlâ bana güzel konuşma sanatı lütfetmiştir. Fakat siz öyle bir zatsınız ki, yalan sözlerle bu gün sizi razı etsem bile, yakında Allah celle celaluhu bana gazap edecektir. Eğer size her şeyi açık açık söylesem o zamanda siz öfkeleneceksiniz, fakat yakında Allahu Teâlâ sizin öfkenizi giderecektir. Onun için doğrusunu arz ediyorum. Vallahi hiçbir mazeretim yoktu. Bu zaman ki fırsat ve bolluğa hiçbir zaman sahip olmamıştım” dedim. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Doğru söyledin” dedi. Sonra “Peki kalk, git. Senin kararını Allahu Teâlâ verecektir” buyurdu. Ben oradan kalkınca kavmimden bir çok insanlar “Sen bundan önce hiçbir zaman günah (itaatsizlik) yapmadın. Eğer bir mazeret göstererek Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in senin için istiğfar etmesini dileseydin, onun istiğfar etmesi sana yeterdi” diyerek beni kınadılar. Ben onlara “Kendisine böyle davranılan (benden) başka biri var mı?” dedim. Onlar “İki kişiye de aynı davranıldı, onlar da senin söylediğinin aynısını söylediler ve aldığın cevabın aynısını aldılar. Biri Hilal bin Ümeyye diğeri Mürare bin Rebi’dir dediler. Bedri’. (Bedri, Bedir savaşına katılan kişi demektir, Onların büyüklüğü ve üstünluğu kabul edilmiştir. Hadislerde de onların fazileti bildirilmistir. Pek cok hadislerde onların bağışlandığı ve Allah’ın onlardan hoşnut olduğu műjdesi geçmektedir.) olan bu iki salih insanın da benim halime ortak olduklarını anladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem herkese üçümüzle konuşmayı yasakladı. Şu bir kaidedir ki insan, sevdiği kişiye öfkelenir ve ancak ehil olan kişi uyarılır. Islah ve düzelme kabiliyeti olmayanı kim uyarır ki?”

Hz. Ka’b radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yasaklaması üzerine halk bizimle konuşmayı bırakıp bizden uzak durmaya başladı, sanki dünyam değişmişti. Hatta genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmeye ve insanların hepsi de yabancı gelmeye başlamışlardı. Evlerin kapılarını ve duvarlarını tanımaz, görmez oldum. Beni en çok düşündüren şuydu; Eğer ben bu durumda ölürsem, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem cenaze namazımı bile kıldırmayacaktır. Allah etmesin, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem vefat ederse ben devamlı aynı halde kalacağım. Ne bir kimse benimle konuşacak ne de cenaze namazımı kılacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in emrine aykırı kim hareket edebilir? Kısaca biz elli günü bu durumda geçirdik. Benim diğer iki arkadaşım daha başından evlerine gizlenip oturdular. Aramızda en güçlü bendim. Geziyor, dolaşıyor, çarşıya çıkıyor ve (cemaatle) namaza katılıyordum. Fakat kimse benimle konuşmuyordu. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in meclisine gidiyor, selam veriyordum. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in (selamımı) almak için mübarek dudaklarının kıpırdayıp kıpırdamadığına iyice dikkat ediyordum. Namazdan sonra (sünnetleri kılmak için) Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yakınında durarak namazımı tamamlıyor ve Peygamber salallahu aleyhi vesellem’in bana bakıp bakmadığını anlamak için göz ucuyla ona bakıyordum Ben namaza durunca Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bana bakıyor, sonra ben ona yöneldiğimde yüzünü çeviriyor ve bana yönelmiyordu. Kısaca bu durum böyle devam ediyordu. Müslümanların konuşmayı kesmesi bana çok ağır gelince ben Ebû Katade radıyallahu anh’ın evinin duvarına çıktım. O hem benim amcamın oğlu oluyordu hem de benimle dostluğu çok fazlaydı. Yukarı çıkınca ona selam verdim, selamımı almadı. Ben ona yemin verdirerek “Benim Allah ve Rasûlü’ne olan sevgimi biliyor musun?” diye sordum, o buna da cevap vermedi. Ben ikinci defa yemin verdirerek sordum yine cevap vermedi. Üçüncü defa yine yemin verdirerek sorunca “Allah ve Rasûlü bilir” dedi. Bu sözü duyunca gözlerimden yaşlar aktı ve oradan geri döndüm. O sıralarda bir defa Medine’de çarşıdan geçiyordum. Buğday satmak için Şam’dan Medine’ye gelmiş olan Hıristiyan bir kıptinin “Ka’b bin Malik’in nerede olduğunu bana gösterin” dediğini işittim. Halk beni gösterdi. O yanıma geldi ve Gassan Kabilesi’nin kafir olan kralının mektubunu bana verdi. Mektupta şöyle yazıyordu: “Biz öğrendik ki efendin sana zulüm ediyormuş. Allah seni zillet yerinde bırakmasın ve zayi etmesin. Yanımıza gel, sana yardım ederiz.” (Dünyadakilerin tuttuğu şöyle bir yol vardır. Bir büyük, küçükleri azarlarsa onu yoldan çıkarmak isteyenler daha da azdırmak için çalışırlar, iyiliklerini ister gibi görünüp bu gibi sözlerle onları alevlendirirler). Ben mektubu okuyunca “Inna lillahi ve inna ileyhi raciûn, kafirlerin heveslenip de beni Islam’dan ayırmak için planlar kuracakları bir hale düştüm, başka bir musibet daha geldi” diyerek mektubu götürdüm ve bir fırında yaktım. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e giderek “Ya Rasûlallah, benden yüz çevirdiğinizden dolayı kafirler beni kendilerine çevirmeye heveslendiler” dedim. Biz bu halde iken kırk gün geçmişti ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in gönderdiği biri bana gelerek Rasûlullah’ın ailemi bırakmamı emrettiğini söyledi. Ben “Bu sözün manası nedir, onu boşayayım mı?” diye sordum. “Hayır, yalnız ondan ayrı dur” dedi. Benim iki arkadaşıma da aynı elçi vasıtasıyla aynı emir ulaşmıştı. Ben aileme “Babanın evine git, Allah’ın bu husustaki kararı gelinceye kadar orada kal” dedim. Hilal bin Ümeyye’nin hanımı Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna giderek şöyle dedi: “Hilal pek yaşlı biridir. Ona bakacak biri olmazsa helak olur, eğer izin verirseniz ve darılmazsanız onun bazı işlerini ben göreyim.” Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem de “Zararı yok, ancak bir arada bulunmayın” buyurdu. Hilal radıyallahu anh’ın hanımı “Ya Rasûlallah, o bu gibi şeylere hiç meyletmez. Bu hadisenin meydana çıktığından bugüne kadar vaktini ağlamakla geçiriyor” dedi.

Ka’b radıyallahu anh diyor ki: Bana da “Sen de Hilal gibi ailenin hizmet etmesi için izin istesen belki de verilir” dediler.’ Ben, “O yaşlıdır, ben ise gencim. Bana ne cevap verileceğini bilemiyorum. Bu yüzden cesaret edemiyorum” dedim. Hülasa bu şekilde on gün daha geçti. Böylece, bizimle konuşup görüşmenin kesilmesi üzerinden elli gün geçmişti. Ellinci gün sabah namazını kendi evimin çatısında kıldıktan sonra, son derece üzgün bir halde oturuyordum. Yeryüzü bana tamamen daralmıştı ve hayat çekilmez bir hale gelmişti. Bu sırada Sela Dağı’nın tepesinden bütün gücü ile bağıran birinin “Ey Ka’b, sana müjdeler olsun!” diye seslendiğini duydum. Bu kadarını duyar duymaz secdeye kapandım ve sevinçten ağlamaya başladım. Sıkıntıların kalktığını anladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem sabah namazından sonra bizim bağışlandığımızı ilan etmiş, bunun üzerine bir kişi dağın üzerine çıkıp yüksek sesle bağırmış ve onun sesi bana en önce ulaşmıştı. Sonra bir kişi ata binip hızla bana geldi. Giymekte olduğum elbiseyi çıkarıp müjdeyi getiren (adama hediye ettim. Vallahi o anda bu iki parçadan başka hiçbir elbiseye sahip değildim.)’ Ondan sonra ödünç aldığım iki parçadan oluşan elbiseyi giyerek Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna geldim. Aynı şekilde halk, müjde vermek için diğer iki arkadaşıma gitmişlerdi. Mescid-i Nebevi’ye vardığımda Rasûlullah’ın yüce huzurunda bulunan kimseler beni tebrik etmek için koşuştular. Herkesten önce Ebû Talha ileri atılarak beni tebrik edip musafaha etti. Bunu daima hatırlayacağım. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gidip selam verdiğim zaman mübarek yüzü açılmıştı ve yüzünden sevinç nurları yayılıyordu. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek yüzü sevinçli olduğu zaman ay gibi parlamaya başlardı. Ben “Ey Allah’ın Rasûlü! Tevbemin mükemmel olması için bütün varlığımı Allah yolunda sadaka olarak veriyorum (çünkü bu servet bu sıkıntıya sebep olmuştur)” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Böyle yapman seni zor duruma düşürür, bir miktarını kendine bırak” dedi. Ben de “Peki, Hayber’de ki hissem bana kalsın” dedim. Ondan sonra, beni (bu sıkıntıdan) sadece doğru konuşmam kurtardığı için daima doğru konuşmaya söz verdim.

İZAH: İşte bu, Sahâbe-i Kirâm’ın itaatinin, dine bağlılığının ve Allah’dan korkmalarının bir numunesidir. Bu zatlar her savaşa katıldıkları halde bir defacık katılmamaları üzerine (Allah tarafından) nasıl da azarlamışlardır. Onlar bu (cezaya) tam bir teslimiyet ile tahammül edip, elli günü ağlayarak geçirmişler ve bu hadiseye sebep olan mallarını tasadduk etmişlerdir. Kafirler, dünyalık teklif ederek onları tahrik edince alevlenip isyan edecekleri yerde (hatalarına) daha da pişman olmuşlardı. Kafirlerin (bu) tahriklerini Allah’ın azarlaması ve Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yüz çevirmesinden kaynaklandığını anlamışlardı. Her biri “Demek ki benim dinimin zayıflığı o dereceye ulaşmış ki kafirler bundan istifade ederek beni dinimden vazgeçirmeye hevesleniyor” diye düşünmüşlerdi. Bizler de muslümanız, Allah’ın ve onun yüce Rasûlü’nün sözleri bizim de önümüzdedir. Allah’ın en büyük emri olan namazı ele alınız. Imandan sonra buna denk hiçbir şey yoktur. Bu emri yerine getiren kac kişi vardır? Yerine getirenler acaba nasıl getiriyorlar? Artık namazdan sonra gelen zekatı ve haccı hiç sormayın. Çünkü onları yerine getirmek için üstelik mal da harcamak gerekmektedir.  


10. SAHÂBE-İ KİRÂM’IN GÜLÜŞMELERİ ÜZERİNE PEYGAMBER (S.A.V.)’İN UYARISI VE KABRİ HATIRLATMASI

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir defa namaz kılmak için mescide gelince katıla katıla gülen ve bu yüzden dişleri görünen bir topluluk gördü. Bunun üzerine, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Eğer ölümü çok hatırlasaydınız bu gördüğüm hal meydana gelmezdi. O halde ölümü çok hatırlayınız. Kabir, üzerinden bir gün geçmez ki şöyle seslenmesin <Ben kimsesizlik eviyim, yalnızlık eviyim, topraktan bir evim, haşaratların yuvasıyım.> Bir mü’min kabre konunca kabir ona <Senin gelişin mübarek olsun, ne iyi ettin de geldin. Yeryüzünde dolaşanlar arasında en çok seni severdim. Bugün sen bana geldin, benim sana gûzel davranışımı göreceksin.> Ondan sonra kabir, ölünün göreceği yere kadar genişler ve kendisine devamlı Cennet’in havası ve kokularının gele- ceği bir kapı açılır. Günahkar biri kabre konulunca, kabir ona <Gelişin hayırsızdır, gelmekle kendine yazık ettin. Yeryüzünde gezenler arasında en çok senden nefret ederdim. Bugün sen bana teslim edildiğine göre sana karşı davranışımı göreceksin> diyecektir. Sonra onu öyle sıkacak ki kaburgaları birbirine geçecektir. Ona yetmiş tane öyle ejderha musallat olacaktır ki onlardan biri yeryüzüne üflese onun tesirinden yeryüzünde bir yeşil ot dahi kalmaz. Onlar kıyamete kadar o ölüyü sokacaklardır.” Bundan sonra Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Kabir ya bir Cennet bahçesidir ya da bir Cehennem çukurudur.”

İZAH: Allah korkusu çok gerekli ve mühim bir şeydir. Bu yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem çoğu defa derin düşüncelere dalardı. Bu bakımdan ölümü hatırlamak çok faydalıdır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, ilaç olarak “Ölümü ara sıra hatırlamak çok gerekli ve faydalıdır” buyurmuştur.


11. HZ. HANZALA (R.A.)’IN MÜNAFIKLIK KORKUSU

Hz. Hanzala radıyallahu anh diyor ki: Bir gün bizler Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in meclisindeydik. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ vaaz buyurdu. Onun tesiri ile kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar akmaya başladı ve bize, gerçek halimiz belli oldu. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in meclisinden kalkıp eve geldim. Çoluk çocuklar yanıma geldiler ve dünya işleri konuşulmaya başlandı. Çocuklarla görüşüp konuşmalar, hanımla latifeler başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in meclisinde olan hal kalmadı. Birden, “Önce ne haldeydim, şimdi ne haldeyim” diye düşündüm. Kendi kendime “Sen münafik oldun, çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yanında görünürde o halde idin, eve gelince bu hale geldin” dedim. Bu halime üzülüp kederlenerek ve “Hanzala münafik oldu diyerek evden çiktım. Karşıdan Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh geliyordu. Ona “Artik Hanzala münafik oldu. dedim. O bunu duyunca “Subhanallah, ne diyorsun, asla sen böyle değilsin dedi. Ben durumu anlattim: “Bizler Peygamber sallalahu aleyhi vesellem’in huzurunda bulunduğumuz zaman, O bize Cennet ve Cehennem) anlatinca sanki Cennet ve Cehennem karşımızdaymış gibi oluyoruz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den ayrılınca, çoluk çocuk, ev vs. işlerine dalarak onu unutuyoruz” Hz Ebu Bekr radyallahu anh “Bu hal bende de oluyor. dedi. Bundan dolayı ikimiz de Peygamber salalahu aleyhi vesellem’in huzuruna çıktık. Ben “Ya Rasulullah, ben münafik oldum” dedim. Peygamber salalahu aleyhi vesellem “Ne oldu? buyurdu. Ben “Bizler huzurunuzda olduğumuz zaman siz Cennet ve Cehennem’den bahsedince sanki onlar karşımızdaymış gibi oluyoruz. Fakat yüce huzurunuzdan ayrılıp gidince, çoluk-çocuk ve ev işlerine dalıyor, (bunlan) unutuyoruz” dedim. Bunun üzerine Rasülullah salalahu aleyhi vesellem buyurdu k “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, her zaman benim yanımdaki gibi olsaydınız melekler sizinle yataklarnnızda ve yollarda musafaha ederlerdi. Ancak ey Hanzalal (bu durum) zaman zaman, ara sıra olur.”   

IZAH: Yani insanla birlikte beşeri ihtiyaçlar da vardır. yemek, içmek, çoluk gocuk ve onlarla iigilenmek de önemli şeylerdir. Bundan dolayı böyle haller ara sıra meydana gelir. Bu gibi durumlar, her zaman meydana gelmez, ne de böyle bir seyi ümit etmelidir. Ibadetten başka bir işi olmamak meleklerin sıfatıdır. Onlanın ne coluk-cocukları var, ne geçim dertleri ne de dünya endişeleri. Ama insanın beşeri ihtiyaçları olduğundan her an aynı manevi hal içinde bulunamaz. Fakat düşünülmesi gereken şey şudur, Sahabe-i Kiram dinlerini ne kadar düşünürlerdi, Rasulullah salallahu aleyhi veselemin huzurunda olan halin sonradan kaybolması gibi ufak bir şeyden dolayı kendilerinin münafik olduklanndan endişeleniyorlard. (Bu durum şu meşhur sözle anlatimıştır.)     

“Kisi sevdigi biri hakkında bin çeşit zan ve endişelere kapılır”. Bir kimsenin sevdigi oğlu bir yolculuğa çıksa ondan her an hayırlı haberler almayı düşünür. Gittigi yerde salgin bir hastalik yahut bir karışiklik olduğunu oğrenince, Allah bilir ona ne kadar mektup veya telgraf gonderir   

EK BÖLÜM


ALLAH KORKUSUNUN ÇEŞİTLİ ÖRNEKLERİ

Allah korkusu hakkında, Kuran- Kerim, Hadis-i Şerifler ve Allah dostlarının vakialarında bahsedilenlerin hepsini (burada) toplamak zordur. Ama kisaca su kadarını anlamak gerekir, Insan dinin bütün üstün vasıflarına yükselten merdiven, Allah korkusudur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Hz. Ibn-i Ömer radıyallahu anhuma çok ağlardı. Hatta ağlaya ağlaya gözleri görmez olmuştu. Biri onun bu halini görünce Hz. İbn-i Ömer radıyallahu anhuma ona “Benim ağlamama neden şaşıyorsun. Allah korkusundan güneş bile ağlar” buyurdu. Bir defasında yine aynı durum olunca “Allah korkusundan ay bile ağlar” buyurdu. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem (Kur’an okumakta olan) genç bir sahâbinin yanından geçiyordu.

“Artık gök yarılıpta, yağ gibi eriyip kızaran bir gül rengine büründüğü zaman…” (Rahmân-37)

ayetine gelince o gencin bedenindeki tüyler dikildi ve ağlaya ağlaya nefesi tıkanmaya başladı. Şöyle diyordu: “Ah! Göğün yarılacağı kıyamet günü benim halim ne olacak. Vay yazıklar olsun bana!..” Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona “Senin ağlaman yüzünden melekler bile ağlamaya başladılar.” buyurdu. Ensardan bir sahâbi teheccüd namazı kıldıktan sonra oturup hüngür hüngür ağladı ve şöyle dua etti: “Cehennem’in ateşinden Allah’a sığınırım.” Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Sen bugün melekleri bile ağlattın” buyurdu. Abdullah bin Revaha radıyallahu anh bir sahâbidir. Bir gün ağlıyordu. Onun bu halini gören hanımı da ağlamaya başladı. Abdullah radıyallahu anh ona “Sen niye ağlıyorsun?” dedi. O “Sen ne için ağlıyorsan, ben de onun için ağlıyorum” dedi. Abdullah bin Revaha “Ben, şunun için ağlıyorum; Cehennem’in üzerinden mutlaka geçilecektir. Bilmiyorum ki, geçip kurtulacak mıyım yoksa orada mı kalacağım”.’ Zürare bin Evfa rahmetullahi aleyh mescitte namaz kılıyordu;

“O Sûr’a üfürüldüğü zaman, İşte o kıyamet vakti çok şiddetli bir gündür.” (Müddessir-8,9)

ayetine gelince aniden yere yığıilıp, vefat etti. Halk cenazesini alıp evine kadar götürdüler. Hz. Huleyd rahmetullahi aleyh bir defa namaz kılıyordu.

Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ankebut-57)

ayetine ulaşınca onu tekrar tekrar okumaya başladı. Biraz sonra evin bir köşesinden “Onu daha ne kadar okuyacaksın. Senin böyle tekrar tekrar okumandan dolayı dört tane cin ölmüştür” diye ses geldi. Bir başka zatın şöyle bir kıssası yazılmıştır. O Kur’an okurken:

“Öldükten sonra insanlar Hak olan Mevlâlarına (Allah’a) çevrilip teslim edilirler.” – (En’am-62) ‘

ayetine ulaşınca bir çığlık attı ve çırpına çırpına vefat etti. Buna benzer daha birçok hadiseler meydana gelmiştir.

Hz. Fudayl rahmetullahi aleyh büyük bir zattır. Diyor ki: “Allah korkusu bütün hayırlara öncülük eder.” Hz. Şibli rahmetullahi aleyh’in adını herkes bilir. O diyor ki: “Allah’dan her korktuğumda bana, daha önce açılmayan bir hikmet ve ibret kapısı açılır.” Bir hadisi şerifte şöyle buyuruluyor: “Allahu Teâlâ buyuruyor ki: <Ben kulumda iki korkuyu ve iki rahatı bir araya getirmem. Eğer dünyada benden gafil olup (rahatlık ararsa) kıyamet günü korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa ahirette ona rahatlık nasip ederim.>” Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Allah’dan korkandan her şey korkar. Allah’dan başkasından korkanı her şey korkutur.” Yahya bin Muaz rahmetullahi aleyh diyor ki: “Zavallı insan geçim darlığından korktuğu kadar Cehennem’den korksaydı, doğru Cennet’e girerdi.” Ebû Süleyman Dârâni rahmetullahi aleyh diyor ki: “Bir kalpten Allah korkusu giderse o kalp berbat olur.” Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Bir gözden Allah korkusundan dolayı sineğin başı kadar da olsa, bir yaş çıkar yüze doğru akarsa Allahu Teâlâ o yüzü Cehennem’e haram kılar.” Başka bir hadisi şerifte ise Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Kalbi Allah korkusundan titreyen bir müslümanın günahları, ağaçlardan yaprakların döküldüğü gibi dökülür.” Peygamber sallallahu aleyhi vesellem başka bir hadisinde “Allah korkusundan ağlayan kimsenin ateşe girmesi, sütün tekrar memeye geri dönmesi gibi zordur” buyurdu. Bir sahâbi olan Ukbe bin Amir radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e “Kurtuluş yolu nedir?” diye sorunca o “Dilinizi muhafaza edin, evinizde oturun, hatalarınıza ağlamaya devam edin” buyurdu. Hz. Aişe radıyallahu anha bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e “Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek kimse var midır?” diye sorunca “Evet, kendi günahlarını hatırladıkça ağlayan kimselerdir” buyurdu. Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bir başka yerde şöyle buyuruyor. “Allah katında iki damladan daha sevimli hiçbir damla yoktur. Biri Allah korkusundan akan gözyaşı, diğeri Allah yolunda akan kan damlasıdır.” Bir başka yerde şöyle buyuruluyor: “Allahu Teâlâ kıyamet günü, yedi sınıf insanı arşının gölgesinde gölgelendirir. Onlardan biri, issız bir yerde Allah’ı hatırlayan ve bundan dolayı gözlerinden yaş akan kimsedir.” Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyallahu anh şöyle buyurmuştur: “Ağlayabilen ağlasın, ağlayamayan da ağlar gibi yapsın”. Muhammed bin Münkedir rahmetullahi aleyh ağladığı zaman gözyaşlarını eliyle yüzüne ve sakalına sürerdi ve : “<Bana gözyaşının ulaştığı yere Cehennem ateși dokunmaz> diye bir hadis ulaştı” derdi.

Sabit Bünani rahmetullahi aleyh’in gözleri ağrımaya başladı. Doktor “Ağlamamaya söz verirsen gözlerin iyileşir” deyince o “Ağlamayan gözde hayır yoktur” dedi. Yezid bin Meysere rahmetullahi aleyh diyor ki: “Ağlamak yedi sebepten olur: 1-Sevinçten, 2-Delilikten, 3-Acıdan, 4-Sıkıntıdan, 5-Gösterişten, 6-Kendinden geçmekten, 7- Allah korkusundan. Işte bu (Allah korkusundan ağlamak) öyle bir ağlamadır ki, onun bir damlası ateş denizlerini söndürür.” Ka’b Ahbâr radıyallahu anh diyor ki: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah korkusundan ağlayıp göz yaşlarımın yanaklarım üzerine akması, benim için bir dağ ağırlığında altın tasadduk etmekten daha sevimlidir.

Bundan başka daha binlerce yüce sözden anlaşılıyor ki, Allah’ı hatırlayarak ve kendi günahını düşünerek ağlamak tesirli bir ilaçtır. Ayrıca çok lüzumlu ve faydalıdır. Kişi kendi günahlarına bakarak bu hale gelmelidir. Ancak bununla beraber Allah’ın lütuf ve merhametine karşı ümit azalmamalıdır. Şüphesiz Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Hz. Ömer radıyallahu anh buyurdu ki: “Eğer kıyamet günü <Bir kişiden başka herkesi Cehennem’e atın> diye ilan edilse, o kişinin muhakkak ben olacağımı, Allah’ın rahmetinden ümit ederim. Eğer, <Bir kişiden başka herkesi Cenneť’e koyun> diye ilan edilse, amellerimden dolayı <Yoksa o kişi ben miyim?> diye korkarım.” Bu bakımdan şu iki şeyi (ümit ve korkuyu) ayrı ayrı anlamak ve onlara ayrı ayrı yer vermek gerekir. Bilhassa ölüm anında ümidin fazla olması gerekir. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Sizden her biri Allah’a hüsnüzan eder olduğu halde ölsün.” Imam Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh vefat edeceği sırada oğlunu çağırarak “Bana Allah’a karşı ümit arttıran hadislerden oku” dedi.


Online sipariş yapabilirsiniz
Türkiyeden : www.gulistannesriyat.com
Almanyadan: www.al-madinamarkt.de