HIKÂYÂT-ÜS SAHÂBE

BİRİNCİ BÖLÜM


DIN UĞRUNDA ZORLUKLARA TAHAMMÜL

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve Sahâbe-i Kirâm radıyallahu anhüm ecmainin dini yayma uğrunda katlandıkl

arı eziyet ve sıkıntılara bizim katlanmamız bir tarafa buna niyet etmek dahi bizim gibi ehli olmayanlar için zor bir şeydir. Tarih kitapları bu tür hadiselerle doludur. Ancak onları yaşamak şöyle dursun, öğrenme zahmetine bile katlanmıyoruz. Bu bölümde örnek olarak bir kaç hikaye anlatılacaktır. lik önce Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bir hikayesi ile başlıyorum. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’den bahsetmek bereket ve saadete vesile olur.

1.PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)’İN TAİF SEFERİ

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kendisine peygamberlik verildikten sonra dokuz sene boyunca Mekke-i Mükerreme’de Islam’ı tebliğ etmeye ve kavminin hidayet ve ıslahı için çalışmaya devam etti. Ancak müslüman olan veya müslüman olmayıp da Peygambere yardım eden az bir topluluktan başka Mekkeli kafirlerin çoğunluğu Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem ve sahâbelere her türlü eziyeti yapıyorlardı. Alay ediyorlar ve ellerinden geleni geri bırakmıyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in amcası Ebû Tâlib de müslüman olmadığı halde Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e her türlü yardımı yapan iyi kalpli kimselerdendi.

Peygamberliğin onuncu yılı Ebû Tâlib vefat edince, kafirler için her türlü yoldan, açıkça Islam’ı engelleme ve müslümanlara daha fazla eziyet etme fırsatı doğdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, “Sakif kabilesi büyük bir topluluktur, eğer onlar Islam’a girerlerse, müslümanlar bu eziyetlerden kurtulurlar ve dinin yayılması için temel oluşur” düşüncesiyle Tâife gitti. Oraya varınca kabilenin en önde kabul edilen üç reisi ile konuştu. Onları Allah’ın dinine davet etti ve Allah’ın Rasûlü’ne (yani kendine) yardım etmeye çağırdı. Fakat onlar dine daveti kabul etmek veya en azından Arapların meşhur misafirperverliğine uygun olarak yeni gelmiş bir misafire ikrâm ve hürmet göstermek yerine, onun davetini açıkça reddettiler. Son derece ters ve kaba davrandılar. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Tâifte kalmasına dahi tahammül edemediler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem daha olgun olurlar ve efendice konuşurlar düşüncesiyle ileri  gelenlerle görüşmüştü. Onlardan biri şöyle dedi: “Hayret, Allah Peygamber olarak seni mi gönderdi?”. Ikincisi “Allah peygamberlik vermek için senden başkasını bulamadı mı?” dedi. Üçüncüsü ise “Ben seninle konuşmak istemiyorum Çünkü sen iddia ettiğin gibi gerçekten peygambersen sözünü reddetmek musibetten başka bir şey değildir. Eğer yalancı isen zaten ben böyle biri ile konuşmak istemiyorum” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bu adamlardan ümidini yitirince diğer insanlarla konuşmaya karar verdi. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem gayret ve sebatında dağlar gibi sağlam idi. Ancak kimse davetini kabul etmedi. Hatta kabul etmek yerine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e “Şehrimizden hemen çık da nereye gidersen git” dediler.  Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem onlardan tamamen ümidini keserek geriye dönmek Üzereydi ki, onlar şehrin çocuklarını Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile alay et- meleri, el çırpmaları ve taşlamaları için peşine taktılar. Nihayet, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’in iki ayakkabısını da (vücudundan) akan kanlarla boyandı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem böyle bir hal içinde geri dönerken bu şerli insanlardan kurtulduğu bir yerde şu duâyı yaptı:

“Allah’ım! Güçsüzlüğümden, tedbirimin yetersizliğinden, insanların arasındaki aşağılanma ve rüsvaylıktan ancak sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların Rabbisin, Benim de Rabbim Sensin, beni kimin eline veriyorsun, beni görünce yüzünü ekşiten ve ağzını büken bir yabancıya mı? Yahut bana karşı güçlü kıldığın düşmana mı? Allah’ım! Eğer Sen bana darılmıyorsan (bunların hiç birine) aldırmam. Senin koruman bana bol bol yeter. Bütün karanlıkları aydınlatan, kendisiyle bütün dünya ve ahiret işlerinin düzeldiği nur’un hürmetine bana gazap etmenden ve darılmandan Sana sığınırım, Sen razı olana kadar (Senin hoşnutsuzluğunu gidermek için) çalışmak gereklidir. Güç ve kuvvet ancak Sana aittir.”

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in bu duası üzerine, kainatın sahibi olan Allah’ın Kahhar sifatı elbette coşacaktı ki o anda Cebrail aleyhisselam gelerek selâm verdi ve “Allah-u Teâlâ kavminin seninle konuşmalarını ve sana verdikleri cevapları duyunca dağlara bakmakla görevli bir meleği senin emrine gönderdi. Ne istersen ona emredebilirsin” dedi. Sonra o melek selam verdi. Ve “Emrinizi yerine getirmeye hazırım, eğer siz dilerseniz her iki taraftaki dağları birleştireyim de bunların hepsi arasında ezilsinler. Ya da sizin uygun gördüğünüz başka bir cezayı uygulayayım” dedi. Son derece merhametli ve kerem sahibi olan Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu “Ben Allah’tan ümit ediyorum ki bunlar müslüman olmazlarsa da onların soyundan Allah’a kulluk eden ve O’na ibadet eden insanlar geleceklerdir.”

İZAH: İşte bu adını andığımız (kendisiyle övündüğümüz) kerim olan zâtın ahlakıdır. Biz ise az bir sıkıntı veya birinin sadece sövmesi karşısında öyle öfkeleniyoruz ki ömür boyu onun intikam duygusunu atamıyor ve ona zulüm üzerine zulüm ediyoruz. Bir de kendimizin Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselam’ın ümmetinden olduğumuzu ve Peygamberin izinden gittiğimizi iddia ediyoruz. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu kadar eziyet ve meşakkat çekmesine rağmen ne beddua ediyor ne de bir intikam alıyordu.


2. HZ. ENES BİN NADR (R.A)’NIN ŞEHADETİ (Uhud savasi)

Enes bin Nadr (r.a) hazretleri Bedir savaşına katılamayan bir sahâbi idi. Bunun acısını yüreğinde duyuyordu. Islam’ın bu, ilk ve önemi büyük olan savaşına katılamadığından dolayı kendini kınıyordu. Başka bir savaş çıksa da tam bir gayretle savaşsam diye temenni ediyordu. Derken Uhud savaşı patlak verdi. Büyük bir cesaret ve kahramanlıkla bu savaşa katıldı. Ühud savaşının başlangıcında müslümanlar galip geldiler. Sonunda ise bir yanlışlık yüzünden yenildiler. O yanlışlık şöyle olmuştu; Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bazı adamları düşmanın saldırma ihtimali olan mühim bir yere (tepeye) yerleştirmiş ve “Ben bir şey demeden buradan ayrılmayın” buyurmuştu. Onlar savaşın başlangıcında müslümanların galip geldiğini ve kafirlerin kaçtığını görünce, “artık savaş bitmiştir, kaçmakta olan kafirlerin peşine düşüp ganimet malı toplamalı, diye düşünerek yerlerinden ayrıldılar. Onların kumandanı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in “siz buradan ayrılmayın” emrini hatırlatarak onları gitmekten men etmeye çalıştıysa da onlar Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in emrinin yalnız savaş zamanı için olduğunu kabul ederek oradan ayrılıp savaş meydanına ulaştılar. Kaçmakta olan kafirler o yerin boş olduğunu görünce o taraftan saldırıya geçtiler. Müslümanların böyle bir endişeleri yoktu. Bu ani ve habersiz saldırı karşısında mağlup olarak, iki taraftan saldıran kafirlerin arasında kaldılar. Bu yüzden kararsız bir vaziyette oraya buraya koşuşuyorlardı. Enes (r.a) hazretleri karşıdan Sa’d bin Muaz radıyallahu anh adlı sahâbinin geldiğini görünce; “Ey Sa’d, nereye gidiyorsun, Allah’a yemin ederim ki Cennet’in kokusu Uhud dağından geliyor” diyerek elindeki kılıçla kafirlerin kalabalığına daldı. Şehit olana kadar geri dönmedi. Şehit olduktan sonra vücuduna baktılar, delik deşik olmuştu. Vücudunda seksenden fazla ok ve kılıç yarası vardı. Kız kardeşi onu parmak boğumlarından tanıyabilmişti.  

İZAH: Ihlas ve gerçek bir istekle Allah’ın emrettiği bir işe kendini verenlere daha dünyada iken Cennet’in tadı gelmeye başlar. İşte Hz. Enes radıyallahu anh da daha hayatta iken Cennet’in kokusunu alıyordu. Eğer insan ihlasın hakikatına ulaşırsa daha dünyada iken Cennet’in tadını almaya başlar. Ben Mevlâna Abdurrahim Raypuri rahmetullahi aleyh hazretlerinin samimi hizmetçisi olan güvenilir bir kişiden, o zatın “Cennet’in tadını alıyorum” dediğini işittim. Onun bu kıssasını Ramazan’ın Faziletleri adlı kitapta yazdım.


3. HUDEYBİYE ANLAŞMASI VE EBÛ CENDEL (R.A) İLE EBÛ BASİR (R.A)’IN BAŞINA GELENLER  (HUDEYBİYE)

Hicretin 6. yılında Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem umre yapmak niyeti ile Mekke’ye gidiyordu. Mekke’li kafirler bu haberi aldılar. Bunu kendileri için zillet sayarak (müslümanlara) zorluk çıkardılar. Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in uğrunda can vermekle övünen fedakar sahâhabeler de beraberindeydiler. Savaş için hazır hale geldiler. Fakat Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem Mekke’lilerin hatırına savaşmak istemiyor, barış için çalışıyordu. Sahâbe-i Kirâm’ın savaşmaya hazır olmaları ve cesaretlerine rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kafirlere o kadar müsamaha gösterdi ki onların her şartını kabul etti. Böyle altta kalarak barış yapmak sahâbelere çok ağır geldi. Fakat Peygamber sallalahu aleyhi vesellem’in emri karşısında ne yapabilirlerdi ki, onlar hem can verenler hem de itaat eden kimselerdi. Bu yüzden Hz. Ömer radıyallahu anh gibi cesur olanların bile baş eğmeleri gerekti. Anlaşmada alınan kararlardan biri de, kafirlerden biri müslüman olur da hicret ederek (Medine’ye) giderse, Müslümanlar onu Mekke’ye geri gönderecekler, müslümanlardan biri -Allah etmesin- mürted olarak onların yanına giderse, geriye gönderilmeyecekti. Bu anlaşma henüz yapılmamıştı ki, o esnada, müslüman olduğundan dolayı zincirlere bağlanmış ve kendisine yapılan çeşitli eziyetlere katlanmış olan Ebû Cendel radıyallahu anh o haliyle düşe kalka müslümanların ordusuna ulaştı ve “Bu suretle müslümanların himayeleri altına girip bu eziyetlerden kurtulurum” diye ümit ediyordu. Onun babası Süheyl barış anlaşmasında kafirlerin temsilcisiydi. Henüz müslüman olmamıştı. Mekke’nin fethinde müslüman oldu. Oğlunu tokatladı ve geri götürmek için israr etti. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Henüz anlaşma tam şeklini almadı, bu şart üzerinde niçin Israr ediyorsun” buyurdu. Fakat onlar diretmeğe devam ettiler. Sonra Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Bu bir kişiyi benim şahsi isteğim üzerine veriniz” dediyse de onlar inatlarından kabul etmediler. Ebû Cendel radıyallahu anh müslümanlara seslenerek feryat ediyor ve “Ben müslüman olarak size geldim. Nice sıkıntılara katlandım, şimdi geriye çevriliyorum.” diyordu.

O an müslümanların kalplerinden geçmekte olanı ancak Allah bilir. Fakat o, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in emri ile geri dönmüştü. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu teselli etti ve sabretmesini emrederek “Yakında Allah-u Teálâ sizin için bir yol açacaktır” buyurdu. Anlaşma tamamlandıktan sonra bir başka sahâbi Ebû Basir radıyallahu anh müslüman olarak Medine’ye gitti. Kafirler onu çağırmak için iki adam gönderdiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem anlaşmaya uyarak onu geri gönderdi. Ebû Basir radıyallahu anh “Ya Rasülallah! Ben müslüman olarak geldim. Siz beni tekrar kafirlerin pençesine teslim edip, gönderiyorsunuz” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona da sabretmesini tavsiye edip “Inşallah yakında senin için yol açılacaktır” buyurdu. Bu sahabi o iki kafirle beraber geri döndü. Yolda onlardan birine “Arkadaş! Senin kılıcının çok şahane bir şey olduğunu görüyorum” dedi. Tabii ki kendini beğenen biri, ufacık bir övgü ile hemen kabarmaya başlar. Nitekim kılıcını kinından çıkardı ve “Evet, ben bunu bir çok kimseler üzerinde denedim” diyerek kılıcını ona verdi. Ebû Basir radıyallahu anh da kılıcı onunu üzerinde denedi. Bunu gören diğer arkadaşı, “Birimizin işini bitirdi, şimdi sıra bende” diye kaçarak Medine’ye geldi. Ve Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına giderek “Arkadaşım öldü, şimdi sıra bende” dedi. Sonra Ebû Basir radıyallahu anh geldi ve “Ya Rasûlallah! Siz sözünüzü yerine getirdiniz. Beni geri gönderdiniz, benim ise onlarla mesuliyet altına gireceğim hiçbir anlaşmam yoktur. Onlar beni dinimden ayırmak istiyorlar. Bundan dolayı böyle yaptım.” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki “Bu adam savaşı alevlendirecek, keşke biri buna yardımcı ve destek olsaydı.”. Ebû Basir radıyallahu anh bu sözden sonra, biri kendisini istemeye gelirse gönderileceğini anladı. Ve oradan ayrılarak gidip deniz sahilinde bir yere yerleşti. Mekke’deki müslümanlar bu hadiseyi haber alınca, yukarıda adı geçen Ebû Cendel radıyallahu anh da gizlice oraya ulaştı. Böylece her yeni müslüman olan onlara katılıyordu. Birkaç günde küçük bir topluluk oldular. Bir çölde idiler, orada ne bir yiyecek, ne bahçeler, ne de insanların yaşadığı bir yer vardı. Onların başından geçen sıkıntıları yalnız Allah bilir. Ama zulümlerinden perişan olarak kaçtıkları zalimlerin, akıllarını başlarından aldılar. Oradan geçen ticaret kervanlarının karşısına çıkıp onları vurmaya başladılar. Nihayet Mekke kafirleri perişan olarak, acizlik gösterip, Allah ve akrabalığı vesile kılarak Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’e bir adam gönderdiler ve “Siz, şu başıboş topluluğu yanınıza çağırınız. Böylece onlar anlaşma şartlarına dahil olsunlar da bizim için gidiş ve geliş yolu açılmış olsun” diye ricada bulundular. Rivayet edilir ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Medine’ye gelmelerini bildiren izin mektubu, o mübarek zatların yanına ulaştığında, Ebû Basir radıyallahu anh ölüm döşeğindeydi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek mektubu elindeyken vefat etti.”

“Allah ondan razı olsun ve onu hoşnut etsin: “

IZAH: Insan dininde sağlam olursa ve dini de hak ise o zaman en büyük güç bile onu dininden ayıramaz. Allah-u Teala müslümana yardım edeceğine söz vermiştir. Tabii gerçek müslüman ise..


4. HZ. BİLAL-İ HABEŞİ (R.A.)’IN İSLÂM’I KABUL ETMESİ VE KARŞILAŞTIĞI SIKINTILAR

Hz. Bilal-i Habeşi radıyallahu anh Mescid-i Nebevi’nin devamlı müezzini olan meşhur bir sahidir. Başlangıçta bir kafirin kölesiydi. Islam’ı kabul ettiğinden dolayı kendisine çeşitli eziyetler ediliyordu. Müslümanların azılı düşmanı olan Ümeyye bin Halef onu şiddetli sıcakta öğlen vakti kızgın kumlar üzerine sırt üstü yatırıp, hareket etmesin diye göğsü üzerine büyük bir taş parçası koyardı. “Yaşamak istiyorsan ya Islam’dan dönersin ya da bu halde ölür gidersin” derdi. Fakat Bilal radıyallahu anh bu durumda bile “Ehad, Ehad” yani “Allah bir, Allah bir” diyordu. Geceleri zincirlere bağlanarak kırbaçlanıyor, ertesi gün, dayanamayıp Islam’dan vazgeçsin ya da çırpına çırpına ölsün diye yaralı bedenini sicak toprağa yatırarak yarasını daha da arttırıyorlardı. İşkence yapanlar bile usanıyorlardı. Bazen Ebû Cehl’in sırası gelirdi bazen Ümeyye bin Halefin, bazen de başkalarının. Her biri eziyet etmekte bütün gücünü harcamaya çalışıyordu. Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyallahu anh onu bu hal içinde görünce satın aldı ve azat etti.

İZAH: Putlara tapan Araplar kendi putlarını ibadete layık (ilahlar) olarak gördüklerinden Islam dini onların karşısında tevhidi öğretiyordu. Bu yüzden Hz. Bilal radıyallahu anh’ın dilinden “Allah birdir, Allah birdir” sözleri dökülüyordu. Bu bir aşk ve bağlılık meselesidir. Yalancı sevgilerde bile, sevilen kişinin (sadece) adı anılmakla lezzet duyulur, bir faydası olmadığı halde devamlı tekrarlanır. O halde dünya ve ahirette işimize yarayacak olan Allah sevgisi için ne denilebilir. İşte bu sevgiden dolayıdır ki, Hz. Bilal’e her türlü eziyet verildiği, en şiddetli işkenceler yapıldığı ve Mekke’nin sokaklarında dolaştırsınlar diye çocukların eline teslim edildiği halde O “Allah bir, Allah bir!” sözünü tekrarlıyordu. Ona bu fedakarlığı karşılığında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanında müezzin olmak nasip oldu. Seferde ve hazarda müezzinlik işi artık ona verildi. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in vefatından sonra Medine-i Münevvere’de kalmak ve Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yerini boş görmek ona çok ağır gelmeye başladı, Bu yüzden geri kalan ömrünü cihad ederek geçirmeye karar verip, cihada katılmak niyetiyle yola koyuldu. Bir müddet Medine-i Münevvere’ye dönmedi. Bir gün Rasúlullah sallallahu aleyhi vesellem’i rüyasında ziyaret etti. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Bilal bu ne haksızlıktır, yanımıza hiç gelmiyorsun” buyurdu. Uyanınca doğru Medine-i Münevvere’ye gitti. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin radıyallahu anhuma ondan ezan okumasını rica ettiler. Bu sevimli çocukların arzularını geri çevirmek imkansızdı. Ezan okumaya başladı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in zamanindaki ezan sesi duyulunca yer yerinden oynadı. Kadınlar dahi ağlaşarak evlerinden dışarıya döküldüler. Hz. Bilal Medine’de birkaç ün kaldıktan sonra geri döndü ve yaklaşık hicretin yirminci yılında Şam’da vefat etti. 


5. HZ. EBÛ ZER GIFÂRİ (R.A.)’IN MÜSLÜMAN OLUŞU

Hz. Ebû Zer Gifâri radıyallahu anh daha sonraları büyük zahitlerden ve alimlerden olan meşhur bir sahâbidir. Hz. Ali kerremallahu vechehu şöyle buyuruyor. “Ebû Zer öyle bir ilim elde etmiştir ki, insanlar ona ulaşmaktan acizdirler. Ancak o, bunu (kendisi için) saklamıştır”.

Rasūlullah sallallahu aleyhi vesellem’in haberi (müslüman olmadan önce) kendisine ilk ulaştığında durumu araştırması için kardeşini Mekke’ye gönderdi. Kendisine vahy indiğini ve Allah’tan bilgiler geldiğini iddia eden bu kişinin durumunu öğrenmesini ve onun sözlerini dikkatlice dinlemesini söyledi. Bunun üzerine Mekke’ye gidip durumu öğrendikten sonra kardeşine gelerek “Ben onu, iyi davranmayı ve güzel ahlaklı olmayı emrederken gördüm ve ondan şiire ve kahinlerin sözüne benzemeyen bir kelâm duydum” dedi.

Ebû Zer radıyallahu anh bu kısa bilgiden tatmin olmadı. Bizzat kendisi hazırlanıp yola çıktı. Doğru Mescid-i Haram’a gitti. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’i tanımıyordu, başkasına sormayı da uygun görmedi. Akşama kadar bu şekilde bekledi. Akşamleyin Hz. Ali radıyallahu anh bir yabancı misafirin olduğunu gördü. Zaten yolcuların, fakirlerin ve gurbettekilerin halini gözetmek, onların ihtiyaçlarını gidermek o zatlarda doğuştan vardı. Bu yüzden Hz. Ali kerremallahu vechehû onu alarak evine götürdü. Ona ikram etti, ancak “kimsin niçin geldin?” diye sormaya gerek duymadı. Misafir de bir şey belli etmedi. Sabahleyin Ebû Zer yine Mescid-i Haram’a gitti. Bütün günü öyle bir halde geçirdi ki kendisi öğrenemediği gibi kimseye de sormadı. Herhalde bunun sebebi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e karşı düşmanlık olaylarının çok yaygın olmasıydı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e ve onunla görüşenlere her türlü eziyet ediliyordu. O “Hem durumu iyice öğrenemeyeceğim hem de yanlış anlaşılmamdan dolayı boşuna eziyet çekeceğim” diye düşünüyordu. Ikinci gün akşamleyin Hz. Ali kerremellahu vechehű “Herhalde bu dışardan gelen misafir geliş gayesine ulaşamadı” diye onu alıp tekrar evine götürdü. Gece onu yedirdi ve yatırdı. Ama o gecede (misafirine gayesini) sormaya sıra gelmedi. Üçüncü gece yine aynı durum olunca Hz. Ali kemremallahu vechehü “Siz niçin gelmiştiniz gayeniz ne idi?” dedi. Ebû Zer önce onun (sorularına) doğru cevap vereceğine yemin ettirip, söz aldıktan sonra gayesini açıkladı. Hz. Ali kerremallahu vechehũ buyurdu ki “Şüphesiz o Allah’ın Rasûlüdür. Sabah olunca ben gideceğim sen de benimle gel, ben seni oraya götürürüm. Fakat ona karşı çok şiddetli muhalefet var. Bu yüzden yolda, benimle beraber olduğundan dolayı sana bir şey yapmasından endişelendiğim biriyle karşılaşırsam ufak su dökmeye sapar gibi veya ayakkabımı düzeltir gibi yaparım, sen doğru devam edersin. Beni beklemezsin, seninle benim beraber olduğum bilinmesin.

Nitekim, Ebu Zer radıyallahu anh sabahleyin Hz. Ali radıyallahu anh’ın arkasından yürüyerek Rasalullah salallahu aleyhi vesellem’in huzuruna vardı. Oraya gidince karşılıklı konuşuldu ve hemen müslüman oldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona eziyet olmasın düşüncesiyle “Şimdi mūslümanlığını açıklama, gizlice kavmine git, biz galip olunca gelirsin” buyurdu. O “Ya Rasûlallah! Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu Kelime-i Tevhid’i o imansızların ortasında bağırarak söyleyeceğim” dedi. Nitekim, hemen Mescid-i Haram’a giderek yüksek sesle:

“eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Mudammeder rasûlullah” diyerek Kelime-i Şahâdet’i okudu. Artık olan olmuştu. Dört bir taraftan halk kalkıp onu o kadar dövdü ki yaralar içinde kaldı. Neredeyse ölecekti. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in amcası Hz. Abbas radıyallahu anh henüz müslüman olmamasına rağmen onu kurtarmak için üzerine kapandı ve onlara “Niye zulmediyorsunuz? Bu adam Suriye yolunda bulunan Gifar kabilesindendir. Sizin ticaret ve diğer ilişkileriniz Suriye iledir, eğer bu adam ölürse, Suriye’ye gidiş-geliş kapanacaktır.” Bu sözler üzerine onlar, būtün ihtiyaçlarını Suriye’den aldıklarını, oranın yolunun kapanmasının bir musibet olacağını düşünerek onu bıraktılar. İkinci gün yine Ebû Zer Gifari radıyallahu anh oraya giderek yüksek sesle Kelime-i Şahâdet getirdi. Halk bunu duymaya dayanamadıklarından onun üzerine üşüştüler. Hz. Abbas ikinci gün yine aynı şekilde ticaret yolunun kapanacağını anlatarak onları uzaklaştırdı.

İZAH: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in “Müslümanlığını gizle” buyurmasına rağmen onun “Madem ki bu din haktır. Öyleyse birinin babasının malımı ki ondan korkup da bu dini gizleyeyim” düşüncesiyle bu şekilde davranması, onun hakkı açığa çıkarma duygusu ve heyecanındandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in “Belki eziyetlere tahammül edemez” diye onu men etmesi, ona olan şefkatindendir. Yoksa Sahâbe-i Kirâm’ın Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in emrine muhalefet etmelerine hiç imkan yoktur (Nitekim ileride ayrı bir bölümde bununla ilgili örnekler verilecektir). Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bizzat dini yayma uğrunda her çeşit eziyetlere katlanıyordu. Bu yüzden Hz. Ebû Zer Gifari radıyallahu anh kolaylıkla amel etmek yerine, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem gibi yapmayı tercih etmiştir. İşte bu öyle bir sıfattır ki, onun sayesinde her türlü dini ve dünyevi yükseliş, Sahâbe-i Kirâm’ın ayaklanını öpüyor ve her meydan onların eline geçiyordu. Kim, Kelime-i Şahâdeti bir kere söyleyip Islam bayrağı altına girerse en büyük güçler onu (dininden) döndüremiyor ve en büyük zalimler bile onu Islam’ı yaymaktan vazgeçiremiyordu.


6. HZ. HABBAB BİN EL-ERET (R.A.)’IN ÇEKTİĞİ EZİYETLER

Hz. Habbab Bin El-Eret radıyallahu anh da kendilerini imtihan için ileri atan ve Allah yolunda en korkunç işkencelere katlanan mübarek zatlardan biriydi. Ilk müslüman olan beş veya altı kişiden sonra müslüman olmuştu. Bu yüzden uzun zaman eziyet çekti. Ona demir zırh giydirerek kızgın güneşin altına bırakıyorlar, o da zırhın sıcaklık ve hararetinden kanter içinde kalıyordu. Çoğu zaman kızgın kumlar üzerine sırt üstü yatırılırdı. Bu yüzden sırtının etleri çürüyüp, dökülmüştü. O bir kadının kölesiydi. Kadın onun Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile görüştüğünü öğrenince ceza olarak bir demiri kızdırır onunla Habbab’ın başını dağlardı. Hz. Ömer radıyallahu anh uzun bir zamandan sonra kendi hilafeti döneminde Hz. Habbab’tan kendisine yapılan eziyetleri genişçe anlatmasını istedi. Habbab radıyallahu anh “Sırtıma bakın” dedi. Hz. Ömer radiyallahu anh onun sırtını görünce “Ben böyle bir sırt hiç kimsede görmedim” buyurdu. Habbab radıyallahu anh “Beni ateş korları üzerine yatırarak sürüklerlerdi. Sırtımdan çıkan yağ ve kanlarla ateş sönerdi” dedi. Bu kadar eziyetler çekmesine rağmen Islam yükselmeye ve fetih kapıları açılmaya başladığında o “Allah etmesin, çekmiş olduğumuz eziyetlerin mükafatı yoksa dünyada iken mi veriliyor” diye ağlar, dururdu. 

Hz. Habbab radıyallahu anh’ anlatıyor, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bir gün âdetinin tersine çok uzun namaz kıldı. Sahabeler sebebini sorunca Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’ buyurdu ki ” Bu ümit ve korku namazıydı. Ben bunda Allah’a üç dua yaptım. Ikisi kabul edildi, biri kabul edilmedi. Ben <Ümmetimin hepsi kıtlıktan helak olmasın> dedim. Kabul edildi. İkinci olarak <Onlan silip süpürecek bir düşman musallat etme> dedim. O da kabul edildi. Üçüncũ de <Onların arasında kavga dövüş olmasın> dedim. Bu duam kabul olunmadı.

Hz. Habbab radıyallahu anh Hicretin 37. senesinde vefat etti. O Küfe’ye defnedilen ilk sahâbiydi. Vefatından sonra Hz. Ali kerremellahu vechehü onun kabrinin yanından geçerken şöyle buyurdu “Allah Habbab’a rahmet etsin. Kendi isteğiyle müslüman oldu, severek hicret etti, ömrünü cihatla geçirdi ve musibetlere sabretti. Kıyameti hatırlayan, hesap vakti için hazırlık yapan, geçinecek kadar mala kanaat eden ve kendi Mevla’sını razı eden kimseye ne mutlu!

IZAH: Mevla’yı gerçekten razı etmek ancak o zatların nasibiydi. Zira, hayatlarındaki her davranış Mevla’nın hoşnutluğu içindi.


7. HZ. AMMAR VE ANA-BABASININ (R.A.) ÇEKTİĞİ EZİYETLER

Hz. Ammar radıyallahu anh ve onun anne ve babasına da çok şiddetli eziyetler edildi. Onlara Mekke’nin kızgın ve kumlu toprakları üzerinde işkence ediliyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem oradan geçtiği zaman onlara sabır tavsiye ediyor ve Cennet’le müjdeliyordu, Sonunda, babası Hz. Yasir radıyallahu anh bu işkenceler altında vefat etti. Zalimler onu ölene kadar rahat bırakmadılar. Annesi Hz. Sümeyye radıyallahu anha’nın avret mahalline mel’un Ebû Cehil bir mızrak vurdu. Bu yüzden o da şehit oldu. Ama Islam’dan dönmedi. Halbuki yaşlı ve zayıf Ancak o bedbaht buna aldırmadı. Islam’da ilk şehitlik rütbesi Hz. Sümeyye adyalahu anha’ya nasip olmuştur. Ve Islam’da ilk camiyi Hz. Ammar radiyallahu anh yapmıştır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye hicret edince, Hz. Ammar radiyallahu anh Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için altında oturacağı, öğlen sıcağında istirahat edebileceği, namazlannı gölgesinde kılabileceği bir gölgelik yapılmasını söyleyerek ilk önce taş toplamaya başlamış ve Kuba’da ilk mescidi inşa etmişti. Savaşlara son derece coşkuyla katılırdı. Bir defasında neşelenerek şöyle dedi: “Artık gidip dostlarimla buluşacağım, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem ve onun arkadaşlarıyla buluşacağım” o esnada susadı, birinden su istedi, o süt verdi, sütu içti ve şöyle dedi “Ben Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in bana <Senin en son içeceğin şey süt olacaktır dediğini işittim.” Daha sonra şehit oldu. O sırada doksan dört yaşındaydı. Bazılari yaşının bu rakamdan bir ila iki yıl olduğunu da söylemişlerdir.


8. HZ. SUHEYB (R.A.)’IN MÜSLÜMAN OLUŞU

Hz. Suheyb radıyallahu anh da Hz. Ammar radıyallahu anh ile birlikte müslüman olmuştu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz Erkam radıyallahu anh’ın evinde iken her ikisi ayrı ayrı yerlerden geldiler. Bir anda ikisi de kapıda karşılaştılar. Birbirlerine geliş maksatlarını sorunca, ikisinin gayesinin de aynı olduğu, yani Islam’a girmek ve Rasülullah sallallahu aleyhi vesellem’in feyzinden istifade etmek olduğu anlaşıldı. Müslüman oldular ve İslam’a girdikten sonra o devirde, küçũk ve zayıf olan mūslüman topluğunun başına gelenler onlarında başına geldi. Çeşitli şekillerde rahatsız edildiler. Ve eziyete uğradılar. En sonunda dayanamayıp hicret etmeye karar verdiler. Kafirler onların başka bir yere gidip rahatça bir hayat geçirmelerine bile dayanamıyorlardı. Bundan dolayı kimin hicret edeceğini anlarlarsa onu yakalamaya çalışıyorlardı. Ta kì eziyetlerden kurtulmasınlar. Nitekim onun peşine de düştüler. Bir topluluk onu yakalamak gitti. Suheyb radıyallahu anh içinde oklarının bulunduğu okluğunu yokladı ve onlara şöyle dedi: “Bakın! Biliyorsunuz ki ben hepinizden daha iyi ok atarım, yanımda bir tek ok kalıncaya kadar hiçbiriniz yanıma yaklaşamazsınız. Oklar tamamen bitince kılıcımla karşı koyarım. Kilıç da elimden giderse artık bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama eğer isterseniz kendi canımın karşılığında, Mekke’deki malımın yerini size haber verebilirim. Ayrıca iki de cariyem vardır, onların hepsini alabilirsiniz”. Onlar bu teklife razı oldular. Böylece Hz. Suheyb radıyallahu anh kendi malını vererek canını kurtarmış oldu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu.

“İnsanların bir kısmı vardır ki, Allah’ın rızasını isteyerek nefsini Allah’a itaat yolunda (esirgemeden) sarf ederler. Allah da kullarına şefkatlidir.” (Bakara-207)

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem o sırada Kuba’da bulunuyordu. Suheyb radıyallahu anh’ı görünce “Kârlı bir ticaret yaptın” buyurdu. Suheyb radıyallahu anh diyor ki: “O vakit Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hurma yiyordu. Benim bir gözüm ağrıyordu. Ben de onunla yemeye başladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem <Hem gözün ağrıyor hem de hurma yiyorsun> buyurunca <Ya Rasûlullah! Ağrımayan gözümün tarafından yiyorum> dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu cevabı duyunca gülümsedi.”

Hz. Suheyb radıyallahu anh eli çok açık olan biriydi. Hatta Hz. Ömer radıyallahu anh ona “Israf ediyorsun” deyince, o “Boş yere hiç harcamam” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh vefatı sırasında cenaze namazını Suheyb radıyallahu anh’ın kıldırmasını vasiyet etmiştir.”


9. HZ. ÖMER (R.A.)’IN MÜSLÜMAN OLUŞU VE KIZ KARDEŞİNİN ÇEKTİĞİ EZİYETLER

Yüce adını duyunca müslümanların iftihar ettiği, coşan imanıyla bugün bin dört yüz sene sonra bile kafirlerin yüreklerinde korkusu bulunan Hz. Ömer radıyallahu anh Islam’a girmeden önce müslümanlara karşı mücadele ve eziyet etmekte en önde geliyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i öldürmek için hazır beklerdi. Bir gün kafirler meşvere heyeti oluşturarak “Muhammed’i öldürecek var mı?” diye sordular. Ömer “Evet, ben öldüreceğim” dedi. Oradakiler “Şüphesiz bu işi ancak sen yapabilirsin” dediler. Ömer kılıcını kuşanarak yola koyuldu, bu düşünce ile yolda yürürken Zühre kabilesinden Sad bin Ebi Vakkas’a (bazılarına göre başka birine) rastladı. O “Ey Ömer, nereye gidiyorsun?” deyince, Ömer “Muhammed’i öldürmeyi düşünüyorum” (Neûzü billâhi). Sad, “Haşimoğulları, Zühre oğulları ve Abdi Menâf oğullarından (kurtulacağına) emin misin, onlar intikam almak için seni öldürürler” dedi. Ömer bu sözden huylandı ve “Anlaşılıyor ki sen de dinsiz (yani müslüman) oldun. Gel önce senin işini bitireyim” diyerek kılıcına sarıldı. Hz. Sa’d radıyallahu anh’da “Evet ben müslüman oldum” deyip kılıcını çekti. İki tarafın kılıçları harekete geçmek üzereyken Hz. Sad radıyallahu anh dedi ki: “Sen önce kendi evinin durumuna bak, senin kız kardeşin ve enişten ikisi de müslüman oldular”. Bunu duyunca öfkesi iyice kabardı ve doğru kız kardeşinin evine gitti. Yukarıda kendisinden bahsedilen Hz. Habbab radıyallahu anh da orada idi. Kapıları kapatmış karı-kocanın ikisine de Kur’an-ı Kerim okutuyordu. Ömer kapının açılmasını istedi. Onun sesini duyunca Hz. Habbab hemen içerde bir yere gizlendi. Aceleden üzerine Kur’an yazılı olan sayfa ortada kalmıştı. Kız kardeşi kapiyi açınca Ömer elinde bulunan bir şeyle onun başına vurdu. Başından kan akmaya başladı. Ömer ona “Kendi canının düşmanı! Sen de mi dinsiz oldun?” dedikten sonra içeriye girdi ve “Ne yapıyordunuz, o ses kimindi” diye sordu. Eniştesi “Aramızda konuşuyorduk” dedi. Hz. Ömer “Siz kendi dininizi bırakarak başka dini mi seçtiniz” deyince, eniştesi “Başka din hak din ise neden olmasın? dedi. Bu sözü duymasıyla, eniştesinin sakalını tutup çekmesi bir oldu. Hızla üzerine çullandı ve yere yıkarak onu feci bir şekilde dövdü. Kız kardeşi kocasını kurtarmaya uğraşınca onun yüzüne öyle kuvvetli bir tokat vurdu ki yüzünden kan akmaya başladı. Ama ne olursa olsun, yine de o, Ômer’in bacısıydı, şöyle dedi “Ey Ömer! Biz müslüman olduğumuz için dövülüyorsak bil ki, biz kesinlikle müslüman olduk. Artık elinden ne geliyorsa yap” dedi. Sonra Ömer’in gözü aceleden ortada kalmış olan sayfaya ilişti. Öfkesinin şiddeti de onları dövmekle hafiflemişti. Bacısının bu şekilde kanlara bulanmasından utanmaya başlamışı. Ömer “Peki bana gösterin o, nedir?” deyince, kız kardeşi “Sen temiz değilsin, temiz olmayan ona el sûremez” dedi. Ne kadar ısrar ettiyse de, kız kardeşi gusül ve abdest almadan vermeye razı olmadı. Ömer gusül yaptı ve onu alarak okudu. Onda Tâhâ suresi yazıyordu, Surenin başından;

“Gerçekten Ben Allah’ım, Benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için Bana ibadet et ve Beni anmak için namaz kıl.” (Táhâ-14)

ayetine kadar okuyunca, hali değişmişti ve “Peki beni de Muhammed’in yanına götürün” demeye başladı. Bu sözü duyunca Hz. Habbab radıyallahu anh içerden çıktı ve “Ey Ömer, seni müjdeliyorum! Dün Perşembe gecesi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, <Allah’ım, Ömer veya Ebû Cehil’den hangisini daha çok seviyorsan onunla Islam’ı kuvvetlendir> diye dua etmişti. Anlaşılıyor ki Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in duası senin hakkında kabul edildi” dedi. (Çünkü bu ikisi de güç ve kuvvette ün yapmışlardı) Sonra Ömer, Peygamber aleyhissalâtü vesselam’ın huzuruna geldi. Ve Cuma sabahı müslüman oldu.’ Onun müslüman olmasıyla kafirlerin cesareti azalmaya başladı. Fakat yine de müslümanlar çok az bir topluluktu ve onlar ise bütün Mekke’liler, hatta bütün Araplardan oluşuyorlardı. Bu yüzden Hz. Ömer radıyallahu anh’ın müslüman oluşu onların düşmanlık duygularını daha da kabartmıştı. Toplantılar düzenleyerek, görüşmeler yaparak, müslümanları yok etmeye çalışıyorlar ve her türlü tedbirleri alıyorlardı. Yalnız şu kadar var ki, (Hz. Ömer’in Islam’a girmesiyle) müslümanlar Mekke’de Mescid-i Haram’da namaz kılmaya başlamışlardır. Hz. Abdullah Ibn-i Mes’ud radıyallahu anh buyuruyor ki “Ömer’in Islam’a girmesi müslümanlar için zafer, onun hicreti müslümanlar yardım ve onun hilâfeti rahmetti.”


10. MÜSLÜMANLARIN HABEŞİSTANA HİCRET ETMELERİ VE EBÛ TÂLİB VADİSİNDE MUHASARA EDİLMELERİ

Müslümanlara ve onların serdarı, iki cihanın iftiharı Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’e müşriklerin eziyetleri devam ediyordu. Her geçen gün eziyetler azalacağı yerde artıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sahabelere başka yerlere gitmeleri için izin verdi. Nitekim bir çok Sahabe-i Kirâm Habeşistan’a hicret ettiler. Habeşistan Kralı henüz müslüman olmamıştı, Hıristiyan olmasına rağmen merhamet ve adaletiyle meşhurdu. Bu şekilde, Peygamberliğin beşinci senesinin Recep ayında on bir veya on iki erkek ve dört veya beş kadından oluşan ilk cemaat Habeşistan’a hicret etti. Mekke’liler, gidemesinler diye onları takip ettilerse de onlar yakalanmadılar. Habeşistan’a ulaşınca “Mekke’lilerin hepsi müslüman oldu ve Islam galip geldi” diye bir haber aldılar. Onlar bu habere çok sevindiler ve vatanlarına geri döndüler. Mekke-i Mükerreme’ye yaklaşınca bu haberin yanlış olduğunu ve Mekke’lilerin eskisi gibi, hatta ondan daha fazla düşmanlığa ve eziyet etmeye devam ettiklerini anlayınca çok zor duruma düştüler. Onlardan bazıları daha oradan (Mekke’ye uğramadan) geri döndüler. Bir kısmı da bazılarının himayesinde Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Bu olaya Birinci Habeşistan Hicreti denir. Ondan sonra seksen üç erkek ve on sekiz kadından oluştuğu söylenen büyük bir topluluk ayrı ayrı hicret ettiler. Buna Ikinci Habeşistan Hicreti denir. Bazı sahâbeler her iki hicrete de katılmışlardır.

Kafirler, onların Habeşistan’da huzurlu bir hayat geçirdiklerini duyunca daha da hiddetlendiler ve Habeşistan Kralı Necaşi’nin yanına bir heyet gönderdiler. Heyet, Necaşi’ye, onun yakınlarına ve papazlara bir çok hediyeler alarak gitti. Oraya varınca önce idareciler ve papazlarla görüştüler. Hediyelerini vererek kralın yanında kendilerini desteklemeleri için onlardan söz aldılar. Sonra bu heyettekiler kralın huzuruna çıkıp önce ona secde ettiler, sonra hediyelerini verip, kendi isteklerini arz ettiler. Rüşvetçi idareciler de onları destekledi. Onlar “Ey Kral! Kavmimizden kendini bilmez birkaç genç eski dinlerini terk ederek yeni bir dine girdiler. O dini ne siz biliyorsunuz ne de biz, Sonra gelip sizin ülkenize yerleştiler. Bizi Mekke’nin ileri gelenleri, bunların babaları, amcaları ve akrabaları, onları geri getirmemiz için, gönderdiler. Siz onları bize teslim ediniz” dediler. Kral “Bana sığınan insanları araştırmadan teslim edemem, önce onları çağırıp araştıracağım. Eğer dedikleriniz doğru ise onları size teslim edeceğim” dedi. Nitekim, müslümanlar çağrıldılar. Müslümanlar önce <Ne yapacağız> diye büyük endişeye kapıldılar. Ancak Allah’ın lütfu yardımlarına yetişti ve “Gitmeli ve durumu açıkça söylemeli” diye cesaretle karar verdiler. Kralın huzuruna gelince selam verdiler. Biri buna itiraz ederek “Siz Krallığın şanına uygun olarak Krala secde etmediniz” dedi. Müslümanlar ” Bizim Peygamberimiz Allah’tan başka hiçbir kimseye secde edilmesine izin vermedi” dediler, sonra Kral onların durumlarını sordu. Hz. Cafer radıyallahu anh ilerledi ve “Bizler cehalet içindeydik, ne Allah’ı bilirdik ne de O’nun peygamberlerini tanırdık. Taşlara tapar, hayvan leşi yerdik. Kötü işler yapar, akrabalık bağlarını koparırdık. Bizden güçlü olan, güçsüz olanı helak ederdi. Biz bu durumda iken Allah-u Teâlâ bize, soyunu, doğruluğunu, takvasını, emanete riayetini çok iyi bildiğimiz bir peygamberini gönderdi. O bizi tek olan ve ortağı olmayan Allah’a ibadet etmeye çağırdı. Taşlara ve putlara tapmaktan men etti. Bize iyilik yapmayı emredip, kötü işleri yasakladı. O bize doğru konuşmayı, emanete riayet etmeyi, akrabayı görüp gözetmeyi, komşularla iyi geçinmeyi emretti. Namaz kılmayı, oruç tutmayı, hayır- hasenat yapmayı emretti ve güzel ahlakı öğretti. Zina etmek, fuhuş yapmak, yalan söylemek, yetim malı yemek, birine iftira atmak ve buna benzer kötü amellerden men etti. Bize Kur’an-ı Kerim’deki emirleri öğretti. Biz o Peygambere iman ettik ve onun söylediklerini yerine getirdik. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman oldular. Bize her türlü eziyeti yapmaya başladılar. Biz de mecbur kalarak Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’in izniyle size sığındık” dedi. Kral “Peygamberinizin getirdiği Kur’an’dan bana biraz okuyunuz” dedi. Hz. Cafer radıyallahu anh Meryem suresinin ilk ayetlerini okudu. Bunu duyan Kral ağladı ve orada bulunan çok sayıda papaz da ağladı. Hepsi o kadar ağladılar ki sakalları gözyaşlarıyla islandı. Bundan sonra Kral “Allah’a yemin olsun ki bu kelâm ile Hz. Musa aleyhisselam’ın getirdiği kelâm aynı nurdan çıkmışlardır” dedi ve “Bunları size teslim edemem” diyerek Mekke’li müşrikleri reddetti. Mekke’liler bu zillete düştüklerinden dolayı çok perişan oldular. Aralarında konuyu görüşmeye başladılar. Onlardan biri “Yarın ben öyle bir plan yapacağım ki Kral onların kökünü kazıyacak” dedi. Arkadaşları “Böyle yapmayalım. Bunlar her ne kadar müslüman olsalar da yine de bizim akrabalarımız” dedilerse de o kabul etmedi. Ertesi gün yine Kralın yanına gittiklerinde o kişi “Bu adamlar (müslümanlar) Hz. Isa aleyhisselamın şanına dil uzatıyorlar. O’nun Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmiyorlar” dedi. Bunun üzerine Kral müslümanları tekrar çağırttı. Sahâbeler diyorlar ki “Ertesi gün çağrılınca daha fazla tedirgin olduk, ama yine de gittik”. Kral “Siz Hz. Isa aleyhisselam hakkında ne diyorsunuz?” deyince, onlar “Biz Peygamberimize O’nun hakkında ne indirilmişse onu biliyoruz. O Allah’ın kuludur, Rasûlüdür, bakire ve iffetli olan, Hz. Meryem’e verdiği ruhu ve kelimesidir”. Necaşi “Hz. Isa aleyhisselam da bundan başka bir şey söylemezdi” dedi. Papazlar aralarında homurdanınca, Necaşi, “Siz ne derseniz deyin (doğru olan budur)” dedi. Daha sonra müşriklerin hediyelerini geri verdi ve müslümanlara “Siz emniyet içindesiniz, kim sizi rahatsız ederse cezasını çekmek zorunda kalacaktır.” dedi. Sonra ülkede şöyle ilan ettirdi: “Kim müslümanları rahatsız ederse cezasını çekecektir.”

Bundan dolayı Habeşistan’da müslümanlara saygı daha da artmaya başladı. O heyet ise zillet içinde dönmek zorunda kaldı. Bu durum karşısında Mekke’li kafirlerin hiddetlerinin ne kadar arttığı meydandadır. Üstelik Hz. Ömer radıyallahu anh’ın müslüman olması onları daha da yakıp kavurmuştu. Her an halkın müslümanlarla görüşmesini kesmeyi ve Islam’ın nurunu söndürmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı Mekke’nin ileri gelenlerinden kalabalık bir grup aralarında görüşüp, açıkça “Artık Muhammed öldürülmeli” diye karar verdiler. Ancak onu öldürmek de kolay bir iş değildi. Çünkü Haşim oğulları kalabalık ve yüksek seviyedeki insanlardan sayılıyorlardı. Gerçi onların çoğu henüz müslüman olmamışlardı. Ama müslüman olmayanları bile Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in öldürülmesine razı değillerdi. Onun için bütün kafirler bir araya gelip şöyle bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya göre; Haşim oğulları ve Abdülmuttalib oğulları ile ilişkiler kesilmeli, hiç kimse onları yanına almamalı, onlarla hiçbir alış veriş yapmamalı, onlarla konuşmamalı, evlerine gitmemeli, kendi evlerine gelmelerine de müsaade edilmemeli ve Peygamber sallallahu aleyhi vesellem öldürülmesi için teslim edilinceye kadar onlarla sulh yapılmamalıdır. Bu anlaşma sadece Sözde kalmadı. Aksine Peygamberliğin yedinci yılının Muharrem ayının birinde herkesin saygı gösterip, yerine getirmeye gayret etmesi için yazılı bir anlaşma haline getirip Beytullah’a astılar. Bu anlaşma yüzünden üç seneye kadar müslümanlar iki dağın arasındaki bir geçitte göz altında kaldılar. Ne bir kimse onlarla görüşüyor, ne de onlar bir kimseyle görüşebiliyorlardı. Ne Mekke’li birinden bir şey satın alabiliyorlar, ne de dışardan gelen bir tacirle temas kurabiliyorlardı.

Eğer biri dışarı çıksa dövülür ve bir kimseye ihtiyacını açıklasa terslenirdi. Yanlarında bulunan azıcık buğday vs. ne zamana kadar yeterdi. Nihayet yokluk üzerine yokluk çekmeye başladılar. Kadınlar ve çocuklar açlıktan dolayı halsiz düşerek ağlayıp, sızlıyorlardı. Büyükler kendi açlık ve sıkıntılarından daha fazla çocukların sıkıntılarından rahatsız oluyorlardı. Böylece üç yıl geçtikten sonra Allah’ın bir lütfu olarak anlaşmanın yazılı olduğu kağıdı güve yedi, böylece onların bu sıkıntıları sona ermiş oldu. Bu üç sene şiddetli engelleme ve göz altında bulunmakla geçti. Bu durumda Sahâbe-i Kirâm’ın başına ne gibi zorluklar geldiği meydandadır. Fakat buna rağmen Sahâbe-i Kirâm son derece sebat ederek kendi dinlerine bağlı kaldılar. Hatta onu yaymaya devam ettiler.

İZAH: Biz bu gün zorluklara ve musibetlere göğüs geren o zatlarla Övünenler olarak tanınıyoruz. Onların izinde gittiğimizi söylüyor ve kendimizi öyle zannediyoruz. Bu yükselme konusunda, Sahâbe-i Kirâm gibi yükseleceğimizin rüyasını görüyoruz. Fakat bir an tefekkür edip, şunu da düşünmek gerekir. O mübarek zatlar ne kadar fedakarlıklar yaptılar, buna karşılık biz din için, iman için ve İslam için ne yapabildik? Başarı, devamlı çalışma ve gayrete göre olur. Biz istiyoruz ki, zevk sefada, dinden uzaklaşmakta ve dünyanın peşine düşmekte kafirlerle yan yana yürüyelim, hem de Islam’ın yükselişini görmek bize nasip olsun. Bu nasıl olabilir?

BEYİT: 

Ey köylü, korkarım varamazsın bu yoldan Kabe’ye                                                                                       

Çünkü tuttuğun yol aittir Türkistan’a gitmeye


Online sipariş yapabilirsiniz
Türkiyeden : www.gulistannesriyat.com
Almanyadan: www.al-madinamarkt.de