Bu kıssalarla ilgili önemli uyarılar ve Tevekkül bahsi

Allah aşıklarının ve ihlasli kimselerin başından geçen vâkıaların ne haddi var ne de hesabi . 1400 senelik tarih içinde her yıl başından hayret verici olaylar geçen nice aşıklar ve ihlaslı kimseler vardır . Bu vâkıaları kim nereye kadar yazabilir ki ? Yetmiş rakamı hadislerde çokluğa delalet ettiğinden bu konuyu bu sayıyla bitiriyorum . Şüphesiz ki anlatılan bu kıssalarda üç şey göz önünde bulundurulmalıdır .

1 ) Anlatılan bu ahval ve vâkıalar , aşk ve sevgiye dayanmaktadırlar . Aşk kanunları ise genel kanunlardan daha yüksektir .

Ölçüsünü başka gördüm aşk mektebinin                                                                                

Dersini ezberleyene verilmez izin

Aşk kanunları herhangi bir kaideye bağlı değildir . Yazıp , okunarak öğrenilemez . Bilakis aşkın kendisi , yaşanarak öğrenilir .

Muhabbet , sana muhabbet adâbını kendisi öğretecektir .

Kişiye düşen görev , çalışıp çabalayarak bu denize dalmaktır . Ondan sonra her mihnet kolay , her meşakkat lezzetlidir . Aşktan yoksun olan her şey insanlar için musibet ve felakettir . ( Bütün meşakkatler ise ) bu denize dalanlar için kolay , lütuf ve ferah verici şeylerdir . Bu denize dalanlar işin netice ve sonucunda bulunan faydaları hesap etmekten yücedirler . Muhabbet deryasının kenarını araştırmak abestir . Artık ey gönül ona dalman ve onda yok olman gerekir . O halde anlatılan bu kıssalara bu gözlükle bakmak gerekir . Bu renkle renklenmeye çalışmak gerekir .

Ancak kendisinde aşk meydana gelinceye kadar hiç kimse bu våkiaları delil olarak göstermemeli ve bunlara itiraz etmemelidir . Çünkü bu vâkıalar aşkın galebesinden meydana gelmektedir . Imam Gazâli rahmetullahi aleyh buyuruyor ki : “ Kim muhabbet kadehinden içerse kendinden geçer . Kendinden geçmiş birinin sözlerine müsamaha gösterilir . Ondaki sarhoşluk gidince galebe halindeki sözlerinin bir hâl olduğunu , hakikat olmadığını görür . Aşıkların kelamindan lezzet hasil olur ama o sözlere dayanılmaz ( delil getirilmez . )

2 ) Bu kıssalarda geçen çoğu olaylarda öyle tevekkül misalleri geçmiştirki , bizim gibi ehil olmayanların onlarla amel etmeleri bir tarafa , akıllarımızın bile üstündedir . Onlarla ilgili şu konuyu zihinlere yerleştirmelidir ; bu våkialardan ortaya çıkan şeyler tevekkülün zirve sidir ve sevilen bir şeydir . Bu hâlin kemaline ulaşmak için gayret edilmeli , en azından temenni edilmelidir . Ancak bu dereceyi elde etmeden de sebepler terk edilmemelidir .

Bir Allah dostu diyor ki : Ben Abdurrahman bin Yahya hazretlerine , ” Tevekkülün hakikati nedir ? ” diye sordum . Buyurdu ki ; “ Sen büyük bir ejderhanın ağzına elini uzatsan , oda dirseğine kadar onu yese , o vakit senin Allahu Teâlâ’dan başkasından korkmamandır . ” Ben ondan sonra bu konuyu sormak için Bayezid rahmetullahi aleyh’in yanına gittim . Kapısının sürgüsü kapalıydı . Kapıyı çaldım , o içeriden , “ Sana Abdurrahman’ın cevabı yetmedi mi de benim yanıma sormaya geldin ? ” buyurdu . Ben , “ Bâri sürgüyü açınız ” dedim . O , ” Sen şu anda görüşmek için gelmedin . Bir konuyu sormak için geldin . Cevabını da aldın ” dedi ve kapıyı açmadı . Bir sene sonra yanina gittiğimde hemen kapıyı açtı ve ” Şimdi sen görüşmeye geldin ” buyurdu . ‘

Molla Aliyyül Kârî rahmetullahi aleyh Mişkat adlı eserin şerhinde şöyle yazmıştır : “ Sebeplere sarılmak tevekküle aykırı değildir . Eğer bir kimse halis bir tevekküle karar verirse bundada bir sakınca yoktur . Bunun şartı da şudur : O kişinin hâli istikamet üzere olmalı , sebepleri bırakınca perişan olmamalı , bilakis Allahu Teâlâ’dan başka kimseyi akıldan bile geçirmemelidir . ”

Sebepleri terk etmeyi kötüleyen zâtlar ise bunun sebebini şöyle açıklamışlardır : İnsanlar tevekkülün hakkını edâ etmemekte , aksine diğer insanların azık çantalarına gözlerini dikmektedirler .

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur ; ” Eğer siz Allahu Teâlâ’ya hakkıyla tevekkül etseniz , o , kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır . Onlar sabah vakti yuvalarından aç olarak çıkarlar akşam vakti tok olarak dönerler . ”

Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur ; ” Kim kendini tamamen Allah’a verirse , Allahu Teâlâ onun her ihtiyacını görür , ummadığı yerden onu riziklandırır . ” Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur ; “ Kim insanların en müstağnisi olmak istiyorsa , kendi yanindaki maldan daha fazla Allahu Teâlâ’nın vereceğine tevekkül etsin . ‘

Bunun ölçüsü hadislerde geçen şu iki meşhur kissadan anlaşıl maktadır . Birincisi Hz . Ebû Bekr Siddik radıyallahu anh’ın şu meşhur kıssasıdır ; Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem . Tebûk gazvesi için yardım toplayınca , o , evinde ne varsa hepsini alıp getirdi . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem , “ Evinde ne bıraktın ? ” diye sorunca , “ Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü bıraktım ” dedi . Hikâyât’üs Sahabe isimli kitabım da bu kıssayı naklettim . İkinci kissa ise şöyledir ; Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna geldi ve yumurta büyüklüğünde bir altın parçasını takdim ederek , “ Yâ Rasûlallah ! Ben bunu bir madenden buldum . Bunu Allah yoluna veriyorum . Benim bundan başka bir şeyim yoktur ” dedi . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ondan yüz çevirdi . O adam ikinci ve üçüncü defa israrla takdim edince Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem o altını alıp öyle bir şekilde attıki , eğer o adama dokunsaydı yaralardı . Bundan sonra şöyle buyurdu ; ” Bazı insanlar bütün mallarını sadaka olarak verirler,sonra da insanların önünde el açmak için otururlar .

O adamın Allah’a olan tevekkülü ve itimadı Hz . Ebû Bekr Siddîk radıyallahu anh’a göre ne kadar olabilirdi ki ? İşte bundan dolayıdır ki , Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem o taraftan her şey kabul ederken , bu tarafa kırgınlığını belirtmiştir . Bu konuda bizim büyüklerimizin amel tarzları çok acayip ve güzeldir . Onlar Hz . Seyyid’üt Tâife Şeyh’ül Meşâih Şah Veliyullah rahmetullahi aleyh’in , mübeşşiratını topladığı kitabında kendileri hakkında yazdığı kimselerdir . O buyuruyor ki : Ben bir defasında ruhâni olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e , “ Sebeplere sarılmak ve onları terk etmek arasında en üstünü hangisidir ? ” diye sordum . Bunun üzerine benim üzerime Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ruhanî feyzi ulaştı . Bu yüzden kalbim sebep lerden , çocuklardan vs.den tamamen soğudu . Ondan bir müddet sonra bu hâl benden gitti . Ben kendi tabiatımın sebeplere meylettiğini gördüm . Ruhumun da sebeplerden uzaklaşarak kendini Allah’a teslim etmeye meylettiğini anladım .

Gerçekten bu çok güzel bir tertiptir . Sebepleri terk etmekten dolayı çoğu zaman yapılan itirazlar burada meydana gelmez . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur ; “ Zenginlik mal çokluğu ile değildir . Aksine hakiki zenginlik kalp zenginliğidir . ”       (Ebû Dâvûd Dürrü Semin Mişkât)

Imam Gazâli rahmetullahi aleyh şöyle yazmıştır : ” Tevekkülün üç derecesi vardır . Birincisi şuna benzer ; Bir şahıs bir davada zeki , uzman ve tecrübeli bir avukat tutar ve her meseleyi o avukatına danışır . Ancak onun bu tevekkülü fânidir , kesbidir . O tevekkülünün şuur ve bilincindedir … İkinci derece , birinci dereceden daha üstündür . O şuna benzer ; Anlayışı az olan çocuk , her meselede annesine döner ve onu çağırır . Kendisine bir korku ve eziyet ulaştığı zaman ağzindan ilk önce < Anne > sözü çıkar . İşte bu iki tevekkül derecesine Hz . Süheyl radıyallahu anh işaret etmiştir . Biri kendisine , < Tevekkülün en aşağı derecesi nedir ? > deyince , < Ümidleri sona erdirmektir > buyurdu . Soran kişi , < Orta derecesi nedir ? > deyince < Seçme hakkını ve dilemeyi bırakmaktır > buyurdu . Sonra o kişi , < En yüksek derecesi nedir ? > deyince onu kinci dereceye ulaşanlar tanıyabilirler > buyurdu ”

Imam Gazâli rahmetullahi aleyh en yüksek olan üçüncü derece hakkinda şöyle yazmaktadır : “ Allah celle celaluhu’nun yanında cenaze yıkayanın elindeki bir ölü gibi olunmalıdır . Ölü kendiliğinden hiçbir hareket yapmaz . Kul bu dereceye ulaşınca Allahu Teâlâ’dan istemeye bile muhtaç olmaz . Allahu Teâlâ bizzat kendisi , talep olmaksızın kulunun zarûretlerini tekeffül eder ( yerine getirir . ) Yıkayıcının bizzat kendisinin ölünün zarûretlerini karşıladığı gibi … ”  

Buna şöyle bir itiraz yapılabilir ; Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in genel tarzı sebeplere yapışmasıdır … Bu doğrudur . Ancak hak olan şudur ki , Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in seçtiği bu hâl onun ( peygamberlik ) şânına uygundu . Eğer onun hâli yukarıda anlatılan kıssalardaki türden olsaydı , ümmet çok çetin ibtilaya düşerdi.                           

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem , ümmetine olan şefkatinden dolayı , ümmetini meşakkate sokacak bir şeyi tercih etmemeye çok gayret göstermiştir . Hz . Aişe radıyallahu anha buyuruyor ki : “ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kuşluk namazı kılmazdı . Ben ise kılıyorum . Şüphesiz ki Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde ümmeti üzerine farz olur korkusuyla terk ederdi . ”

Hz . Aişe radıyallahu anha’nın , “ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kuşluk namazı kılmazdı , ben ise kılarım ” sözünün maksadı , o namaza ihtimam ve devamdır . Yoksa Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kuşluk namazı kıldığına dair onlarca rivayet gelmiştir . Şüphesiz ki Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ( canım , anam ve babam kendisine feda olsun ) eğer çok sıkı bir gayretle kuşluk namazı kılsaydı , budurum o namazı vacib kılardı . Teravih namazı hakkındaki pek çok rivayette şöyle geçmektedir ; “ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem birkaç gece kıldı , sonra terk etti . Sahâbe’i Kiram’ın ise teravih namazına karşı sınırsız bir şekilde arzuları arttı . Birkaç geceden sonra Rasû lullah sallallahu aleyhi vesellem kendi çadırından çıkmayınca Sahâbe’i Kiram , < Belki de uykusunun ağırlığından uyuyup kalmıştır . O halde öyle bir şey yapalım ki , biz onu  uyandırmadan gözleri açılsın > diye düşündüler . Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu ; < Ben sizin hareketlerinizi görüyordum . Allah’a hamd olsun ben gece gafil değildim . Yalnız benim dışarı çıkmama mâni olan şey şuydu ; Bu namazın sizin üzerinize farz olmasından korktum . Eğer farz olsaydı , onu yerine getirmeniz size zor gelirdi . > ”

Durum bu olunca yani Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem arzu etmesine rağmen bilerek ruhsatla amel edince , ona verilen sevab da vacib ve azimet sevabıydı . Hz . Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhuma buyuruyor ki : Ben işittim ki , oturarak namaz kılmanın sevabı ayakta kılmanın sevabinin yarısı kadardır . Ben bir defasında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gittim , baktım ki Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem oturarak namaz kılıyor . Elimi divana koyarak oturdum . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem , ” Ey Abdullah ! Sana ne oldu ? ” buyurdu . Ben , “ Yâ Rasûlallah , ben sizin şöyle buyurduğunuzu işittim ; < Oturarak namaz kılmanın sevabi , ayakta kılmanın sevabının yarısıdır . > Ben şu anda sizin oturarak namaz kıldığınızı görüyorum ” dedim . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem , “ Sen doğru işitmişsin . Ancak ben bu hususta senin gibi değilim ” buyurdu .

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in , ” Ben senin gibi değilim ” sözünün manası , ” Benim için yarım sevab yoktur ” demektir . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şanı yüce ve çok yüksektir . Bu gibi hadislerin yorumunda alimlerin derecesi , tasavvuf meşayihinden ayrıdır .

Her iki topluluğun ayrı şânı vardır . Bir hadiste buna benzer şöyle bir konu värid olmuştur : “ Bir kimse birine hediye verirse ve onun yaninda başka insanlar da varsa , o hediye müşterektir . ” Bu hadisin maksadı nedir ? Bundan hangi hediye kasdedilmiştir ? Hadis alimlerinin gözünde bu hadisin derecesi nedir ? Bunlar başlı başına araştırma konularıdır . Yerleri ayrıdır . Ancak bu hadisten dolayı ilim ehlinin dilinde  Hediyeler müşterektir sözü meşhur olmuştur .

Bir adam , büyük bir zata hediye gönderdi . Orada bulunanlardan biri şaka olsun diye  Hediyeler müşterektir deyince o zat “Şirkten ( yani ortaklıktan ) korunmak için sen bu kadar zaman mücahede yapıyorsun . Bizim ortaklığa tahammülümüz yoktur . Bunu sana hediye ediyorum ” buyurdu . Adam verilen hediyeyi kaldırmakta aciz kalınca hizmetçisine , “ Bunu , onun evine götür ve gel “buyurdu.   

Hz . Imam Ebû Yusuf rahmetullahi aleyh’e bir adam hediye gönderdi . O mecliste bulunan biri  Hediyeler müşterektir dedi . Hz . Imam Ebû Yusuf , ” Hadisteki hediyeden bu hediye kastedilmemiştir ” buyurdu ve hizmetçisine , ” Bunu benim evime götür ” buyurdu .

Ulemâ’i Kiram buyurdu ki ; Her iki olay kendi konumlarına göre son derece yerindedir . Çünkü bir zâhid ve Allah dostuna yakışan hâl odur . Bir fakihin de bu şekilde yapması uygundur . Çünkü eğer Imam Ebû Yusuf rahmetullahi aleyh hediyenin müşterek olduğuna hükmetseydi , fıkıh yönünden bu bir imamın mezhebi olur ve ümmet için zorluk meydana gelirdi . Ravz kitabının müellifi şöyle yazmıştır : Celbi menfaat ve def’i mazarrat sebeplerini tercih etmek Enbiyanın ve çoğu evliyanın yoludur . Ancak zararlardan sakınmayan ve kendileri için sebeplere başvurmayan evliya’i kirama itiraz yapılamaz . Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem insanları şeriatı Mutahhara üzerinde yürütüyordu . Avam ve havâsın tamamının yürüyebileceği kolay bir yolda yürütüyordu . Bir kâfile öncüsü , kendi gücüyle yürüyebileceği ancak kâfiledekilerin çoğunun tahammül edemeyeceği zor bir yoldan kafileyi yürütürse , o kâfiledekilere şefkatli ve merhametli biri olarak kabul edilmez . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yüce şanı hakkında Allah celle celaluhu şöyle buyurmaktadır ;

” Andolsun , size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştirki , sizin sıkıntınız ona ağır gelir . Çünkü o size çok düşkün ( bilhassa ) mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir . ( Tevbe – 128 ) ”

Eğer kâfile deki güçlü insanlar herhangi bir maslahattan dolayı çetin bir yolu tercih ederlerse , kâfile önderi onları menetmez . Işte bundan dolayıdır ki , Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem imamların uzun namaz kıldırmaları üzerine onları çok şiddetli bir şekilde azarlar ve ” Kim imam olursa namazı hafif kıldırsın . Kendi başına namaz kılan kimse ise namazı istediği kadar uzatsın . ”

3 ) Bu vakıalarda göz önünde bulundurulması gereken bir hakikat daha vardır ki , birinci konu üzerine bina edilmiştir . Şöyle ki ; bazı vâkıalarda öyle şiddet bulunmaktadır ki , üstten bakilinca bu kendi kendini helak etmektir . İlk bakışta bunun caiz olmadığı anlaşılmaktadır . Bu konuyla ilgili şunu mutlaka anlamak gerekir ki , bu olaylar ilaç yerindedir . Uzman bir tabip , bazı vakitler ilacın içinde zehirde kullanır . Ancak onun kullanılması tabibin görüşüne uygun olursa münasibtir . Hatta bazen bu zarûri bile olabilir . Ancak tabibin görüşünü almadan onu kullanmak uygun değildir , felaket’i mucibtir . Aynı şekilde bu kıssalarda , bu ilaçları kullanan maharetli tabiplere itirazda bulunmak , kişinin cahilliğinden ve o ilim dalina vakıf olamamaktan kaynaklanmaktadır . Ancak kişi bizzat tabip değilse , başka bir tabibin de ona tavsiyesi yoksa , onun şeriati mutahharaya aykırı gibi görünen işleri yapması caiz değildir . Elbette bu ilim dalının önderleri ne , usullere vâkıf olan insanlara itiraz etmekte acele etmek , bilhassa kendisi bu işlere vakıf olmayanların itiraz etmesi yanlış bir davranıştır . Kendi kendini tehlikeye atmak her durumda yasak değildir . Eğer dînî bir maslahat bunu gerektiriyorsa , o zaman mubahtan da öte bir davranıştır .

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur ; “ Allah celle celaluhu iki şahşa çok taaccub eder . ( Yani onlardan çok razı olur . ) Onlardan birisi , yumuşak döşeğinin üzerinde yorganının içinde sevdiği hanımına sarılmış yatarken , bir anda oradan kalkıp namaza duran kimsedir . Allahu Teâlâ meleklerin karşısında onunla iftihar eder . İkincisi , bir orduya katılıp cihad eden ve asker bozguna uğrayıp da kaçmaya başladığında Allahu Teâlâ’dan korkarak geri dönen , düşmanla çarpışan ve sonunda şehid olan kimsedir . Allahu Teâlâ , < Bakın , Benim kulum , Benim nimetlerime rağbet ederek , Benim ga zabimdan korkarak döndü . Hatta ki onun kanı akıtıldı > buyurur . ” Şimdi bu tek başına geri dönen şahıs , belliki ölmek için dönmüştür . Çünkü askerin tamamı bozguna uğrayıp kaçmaktayken onlardan bir adam ne yapabilir ki ? Buna rağmen Allahu Teâlâ onunla iftihar edip öğünmektedir .

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu ; ” İnsanların içinde en güzel hayat , atının dizgini eline almış , Allah yolunda atınin sırtına binmiş vaziyette koşup dolaşan kimsenin hayatıdır . O nerede bir dehşet ve korku haberi duyarsa , derhal o tarafa koşar . Ölmeyi ve öldürülmeyi arayıp durur . Nerede bunu tahmin etse oraya ulaşır . ”

Eğer bu zâtlar kendilerini Allah yolunda tehlikelere atıyorlarsa , onlara itiraz etmek zordur . Özellikle Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bir de şu irşadı varken

” Kamil bir mücahid , kendi nefsiyle cihad edendir . ” Başka bir hadis te şu ifadeler geçmiştir ;

“ Asıl mücahid kendi nefsâni arzularıyla cihad eden ( ve onu mağlub eden ) dir .                          

İşte bundan dolayıdır ki sûfiye istilahında bunun adı : Cihadi ‘ Ekber’dir . Bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den de buna benzer ifadeler nakledilmiştir .

Allâme Şâmi rahmetullahi aleyh buyuruyor ki : Cihadın faziletleri pek çoktur . Niçin olmasın ki , cihadın neticesi insanın en fazla sevdiği canını Allah yolunda vermektir . Allah rızasını kazanmak için onu çok ağır meşakkatlere sokmaktır . Bu cihaddan daha üstünü ise kendi nefsini itaate özen göstermeye mecbur etmek ve onu arzularindan sakındırmaktır . Bundan dolayıdır ki Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gazveden dönerken şöyle buyurdu ;

” Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz . ” Bir başka hadiste Hz . Câbir radıyallahu anh’dan şöyle nakledilmiştir : Gazve yapan bazı insanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna geldiler . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem , ” Siz çok güzel bir şekilde geldiniz . Çünkü siz küçük cihaddan büyük cihada doğru geldiniz . ( Yani mü cahede kulun kendi nefsâni arzularıyla olur ) ” buyurmuştur . O halde bu zâtlar , bu cihad’ı ekber yolunda kendilerini meşakkatlere atıyorlarsa , bunda itiraz edilecek herhangi bir durum var mıdır ? Düşmanı mağlub etmek için kendini sıkıntıya sokmak ecri gerektirir , itirazı gerektirmez . Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöy le buyurmuştur ;

Senin en büyük düşmanın , senin iki yanın arasında bulunan nefsindir . ” O halde büyük düşmanı mağlub etmek için aç durmak , susuz kalmak , kendini tehlikelere atmak , meşakkatlere katlanmak , bir diğer dînî işlere engel olmamak kaydıyla beğenilen bir iştir . Allahu Teâlâ o can verenlerin hürmetine , onların feyz ve bereketlerinden bir parça bu aciz ve yüzü kara kulunada ihsan eylerse , bu onun ihsan ve kereminden uzak değildir . Çünkü o Kerim Zât dilediğine ihsan eder.

Bu kitabi hicri Şevval 1366 ( miladi 1947 ) tarihinde Nizamud din’de kalmaktayken yazmıştım . Sonra bu kitaba , bu kıssaları ilave etmeyi düşündüm . Ancak Sehrenpûr’a döndükten sonra meşguliyetlerin hücumu birkaç ay bu kitabı kaldırıp bakmaya bile mühlet vermedi . En sonunda Rebirüs Sâni ayında bunu yazma fırsatı buldum . Bugün hicri 14 Cemâziyelevvel 1367 tarihinde Cuma günü kitabı bitirdim . Okuyucu lardan şöyle bir dua talebim var ki , herhangi bir mübarek vakitte bu acizi hatırlarlarsa , dualarıyla bana yardım etsinler . Zekeriyya Kandehlevi rahmetullahi aleyh Mezâhir’ül Ulûm , Sehrenpûr

(FEZAILI HAC  297-307)


Online sipariş yapabilirsiniz
Türkiyeden : www.gulistannesriyat.com
Almanyadan: www.al-madinamarkt.de