Tâif muhasarası gerçekleştirildi.


TAİF SEFERİ VE TAİF KUŞATMASI NASIL GERÇEKLEŞTİ?


Hz. Peygamber Taif seferine neden çıktı? İşte Taif kuşatmasının sebebi ve sonuçları…

Hicaz bölgesinin dünyâ cenneti sayılabilecek bir şehri olan Tâif, bir tepe üzerinde kurulmuş muhkem bir kaleye sâhipti. Bu yüzden Allâh Resûlü’nün yapmış olduğu muhâsara, hayli çetin geçmiştir.

Bu muhâsara, bir zamanlar Resûlullâh’a yapılan zulmün bir intikâmı değil, Huneyn Harbi’nin bir devâmı mâhiyetinde idi. Zîrâ Huneyn’den kaçanlar, onların genç reisleri Mâlik bin Avf dâhil hepsi Tâif kalesine gitmişlerdi. Benî Sakîf’le berâber yeni bir müdâfaa harbine hazırlanmışlardı.

TAİF KUŞATMASI

Muhâsarada birçok harp taktiği uygulandı ve yeni harp vâsıtaları kullanıldı. Ancak Tâif çok muhkem bir kale olduğu için, yapılan hücumlara gâyet iyi dayanıyordu. Diğer ta­raftan, düşmanı kale dışına çıkarmak mümkün olmadı. Hattâ Hâlid bin Velîd, kendilerin­den dövüşmek için er istediğinde, onlar cevâben:

“–Sana karşı duracak kimse kalemizde yok!” diyerek oldukları yerden bir kişi bile dışarıya çıkarmamışlardı. Bunun üzerine Allâh Resûlü:

“–Düşman, tilki gibi inine girmiş bulunuyor. Artık kendi hâllerine bırakılırsa, onlar­dan bir zarar gelmez!” buyurarak muhâsaranın kaldırılması hâlinde herhangi bir zararın olmayacağına işâret ettiler. Çünkü O, mütecâviz değil, bir rahmet ve teblîğ Peygamber’i idi. Mekkelilerde ol­duğu gibi Tâiflilerin de hidâyete ermelerine vesîle olmayı arzuluyordu. Nitekim çok geç­meden muhâsarayı kaldırdı.

PEYGAMBERİMİZİN TAİF’TE YAPTIĞI DUA

Ashâb-ı kirâm, Resûlullâh’tan, Tâ­if mu­hâ­sa­ra­sın­da Müs­lü­man­la­ra pek çok zâ­yi­ât verdiren Sa­kîf kabîle­si­ne bed­duâ et­me­sini is­temişlerdi. Rah­met Pey­gam­be­ri ise onların hidâyeti için duâ etti:

“Yâ Rabbî! Sakîf’e hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!..” diye Hakk’a ni­yâz ve ilticâ eyleyerek oradan ayrıldı. Netîcede bu du­ânın be­re­ke­tiy­le kı­sa bir müd­det son­ra Sakîfliler Müs­lü­man olmak için Allâh Resûlü’ne geldiler. (İbn-i Hi­şâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)

Allâh Resûlü Hicret’ten önce kendisine çok kötü davranan, taşa tutarak her tarafını kan revân içinde bırakan bir kavme bedduâ etmediği gibi onların hidâyetini büyük bir şevkle arzu etmiştir. Nitekim bir sene sonra gelip Müslüman olduklarında, târifsiz bir sürûra gark olmuş, ikramda bulunarak onlara günlerce vakit ayırmıştır.

Bu muhâsaranın o an için en ehemmiyetli kazancı, Allâh Resûlü’nün kaledeki kölelere, Müslüman oldukları takdirde hürriyete kavuşacakları vaadi üzerine birçok kölenin düşman saflarından kaçarak İslâm’ı seçip hidâyete ermeleri olmuş­tur.(1)

Ebû Zür’a şöyle anlatır:

“Seyyidü’l-Mürselîn Efendimiz, Tâif Seferi sırasında, Karn-ı Menâzil mevkiinden ayrılırken hayvanına binmek istediği zaman devesi Kasvâ’yı hazırladım. Kasvâ’nın yularını elimde tuttum, üzerine binince de kendisine verdim ve terkisine bindim. Resûlullâh yürütmek için devenin arkasına kamçı ile vuruyor, her vuruşunda kamçı bana da değiyordu. Sonra bana dönüp:

«–Yoksa kamçı sana da mı değiyor?» diye sordu.

«–Evet! Anam, babam Sana fedâ olsun!» dedim.

Cîrâne’ye inince bir köşede davarlar bulunuyordu. Ganîmet mallarının başındaki memurdan onlar hakkında bir şeyler sordu. Memur da sorulan şeyler hakkında bilgi verdi. Bundan sonra Resûlullâh:

«–Ebû Zür’a nerede?» diye seslendi.

«–İşte buradayım!» dedim.

«–Şu davarları al! Akşamleyin sana değen kamçılara karşılık!» buyurdu. Saydığımda, o davarların yüz yirmi tâne olduğunu gördüm. Benim edindiğim ve en çok faydalandığım malım işte bunlardı.” (Vâkıdî, III, 939)

Bu hâdisede Resûlullâh’ın kul hakkı husûsunda sergilediği hakşinaslık, çağları aydınlatacak bir mâhiyet arz etmektedir.

Dipnot:

(1) Buhârî, Meğâzî, 56.