Peygamber Efendimiz (s.a.v) hükümdarları İslâm’a davet etmek için mektuplar gönderdi.


PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN İSLAM’A DAVET MEKTUPLARI


Peygamber Efendimiz’in İslam’a davet mektubu gönderdiği hükümdarlar kimlerdir? İşte Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İslam’a davet mektupları…

Bütün insanlığa gönderilmiş bir “Resûl” olan Peygamber Efendimiz, Hudeybiye Muâhedesi’nden sonra, uzak-yakın ulaşabildiği bütün ülkeleri de İslâm’a dâvete başladı. Zîrâ ilâhî emir bu yönde idi:

“(Resûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim…” (el-A’râf, 158)

“Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni (bütün insanlara) teblîğ et! Eğer bunu yap­mazsan, O’nun (Sana verdiği) peygamberlik vazîfesini yapmamış olursun! Allâh Sen’i in­sanlardan koruyacaktır…” (el-Mâide, 67)

“Biz Sen’i bütün insanlar için bir müjdeci ve Allâh’ın azâbıyla korkutucu olmak üzere gönderdik. Lâkin insanların pek çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

Allâh Resûlü’nün dünyâ devletlerini İslâm’a dâveti, yazılı mektuplar vâsıtasıyla oldu. Bu mektupların en meşhurları, altı veya sekiz tâ­nedir. Resûlullâh her bir mektubu, güzîde sahâbîlerinden birine vererek yollamıştır. Fahr-i Kâinât Efendimiz hükümdarlara mektup yazdırmak istediğinde, ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlallâh! Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar.” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gümüşten bir yüzük yaptırdı. Üzerine üç satır hâlinde “Allâh-Resûl-Muhammed” kelimelerini nakşettirdi ve bu yüzüğü mektuplarında mühür olarak kullandı.(1)

Yüzüğün üzerine “Muhammedün Resûlullâh” terkibi nakşedilmiş oluyordu, ancak tâzîmen “Allâh” ism-i celâli en üstte, “Resûl” arada ve “Muhammed” ismi de alt satırda yer alıyordu.


1. HERAKLİUS’UN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Ashâb-ı kirâmdan Hazret-i Dıhyetü’l-Kelbî , Bizans imparatoru Herakliyüs’e Allâh Resûlü’nün mektubunu götürdü. Persleri mağlûb eden Bizans imparatoru Herakliyüs, zafer dönüşü Sûriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber’in İslâm’a dâvet eden mektubu eline ulaştı. Bu mektuba kızmaktan ziyâde, ona alâka duyan ve bilhassa bu teblîğin mâhiyetini merak eden Bizans imparatoru, bu ko­nuda suâl sorabilmek için Hazret-i Peygamber’in hemşehrile­rinden bâzılarının yanına getirilmesini emretti.

O sıralarda Hazret-i Peygamber’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyân da Mekkeli tâcirlerin başında Şam’a giden bir kâfilede bulunuyordu. O zaman Hazret-i Peygamber ile Kureyş, mütâreke hâlindeydi. Herakliyüs’ün adamları on­lara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna çıkardılar. Herakliyüs ve adamları, İlyâ’da, yâni Beytü’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulun­duğu bir sırada, Herakliyüs onları huzûruna kabûl etti ve bir tercüman getirilmesini emretti. Herakliyüs’ün emri üzerine, tercüman:

“–Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu. Ebû Süfyân:

“–En yakını benim!” dedi. Bunun üzerine Herakliyüs:

“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi. Sonra tercümana dönüp dedi ki:

“–Bunlara söyle; ben O zât hakkında bu adama bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse; «Yalan söylüyor!» desinler!”

Nitekim; “Vallâhî, arkadaşlarım yalan söylediğimi ötede beride söylerler diye utan­masaydım, O’nun hakkında yalan söylerdim!” diyen Ebû Süfyân, sonraki konuşmaları şöyle nakleder:

Bundan sonra Herakliyüs’ün bana sorduğu ilk suâl şu oldu:

“–İçinizde O’nun nesebi nasıldır?” Ben:

“–O’nun içimizde nesebi pek büyüktür!” dedim.

“–Sizden, bu sözü (Peygamberlik iddiâsını) ondan evvel söylemiş hiç kimse var mıydı?” dedi.

“–Yoktu.” dedim.

“–Âbâ ve ecdâdı içinde hiç melik olan var mıydı?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.

“–Alt tabakasıdır.” dedim.

“–O’na tâbî olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.

“–Artıyorlar…” dedim.

“–İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı?” dedi.

“–Yoktur!” dedim.

“–Bu iddiâda bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.

“–Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlinde­yiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!

“–O’nunla hiç savaştınız mı?” dedi.

“–Evet.” dedim.

“–Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?” dedi.

“–Bâzen O bizi mağlûb eder, bâzen de biz O’nu!” dedim.

“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.

“–Bize; «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibâdet ettiği putları terkediniz!» diyor. Namazı, doğruluğu, iffetli ve nâmuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim. Bunun üzerine Herakliyüs, tercümana dedi ki:

“–Ona söyle; O’nun nesebini sordum, içinizde soyunun pek yüce olduğunu söyledin. Peygamberler de zâten böyle, kavimlerinin soyluları içinden gönderilir.

İçinizden, O’ndan evvel bu iddiâda bulunmuş başka kimse var mıydı, diye sordum. Hayır, dedin. O’ndan önce bu iddiâda bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu örnek alı­yor, derdim.

Âbâ ve ecdâdı içerisinde hiç melik olan var mıydı, diye sordum; hayır dedin. Eğer ecdâdından melik olan biri olsaydı, babasının mülkünü geri almaya çalışıyor, derdim.

Bu iddiâda bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü, diye sor­dum; hayır dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse, Allâh hakkında da yalan söylemez!

O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. Alt tabakası olduğunu söyledin. Zâten başlangıçta peygamberlere tâbî olanlar da bu tip kimselerdir.

O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum; artıyorlar dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tâbîlerinin artmasıdır.

İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı, diye sordum; hayır dedin. Îman sâyesinde meydana gelen inşirâh da kalbe girip kökleşince böyle olur.

Hiç sözünde durmadığı oldu mu, diye sordum; hayır dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.

O’nunla hiç savaştınız mı, diye sordum. Savaştığınızı ve bâzen O’nun sizi yendiğini, bâzen de sizin O’nu mağlûb ettiğinizi söyledin. Zâten peygamberler de böyledir: İbtilâlara uğratılırlar, sonunda güzel âkıbet onların olur.

Size ne emrediyor, diye sordum. Yalnız Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini, kezâ namazı, doğruluğu, iffet ve nâmusu emrettiğini söyledin.

Eğer bu dediklerin doğru ise O zât, çok yakın bir zamanda şu ayaklarımın bastığı yerlere bile hâkim olacaktır. Zâten ben bu Peygamber’in zuhûr edeceğini bilirdim, fakat siz­den olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görü­şebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.”


Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İmparator Heraklius’a Mektubu

Ondan sonra Herakliyüs, Dıhye aracılığıyla Busra emîrine gönderilen ve kendisine iletilen Hazret-i Peygamber’in mektubunu istedi. Mektubu getiren adam, onu Herakliyüs’e verdi. O da okudu. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!..

Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun! Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmezsen, (teb’an olan) çiftçilerin günâhı senin boynuna­dır.

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan baş­kasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki, biz müslümanlarda­nız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Ebû Süfyân der ki:

“Herakliyüs diyeceğini dedikten ve mektubun okunması sona erdikten sonra, bir gürültü aldı yürüdü; sesler yükseldi. Bunun üzerine bizi dışarı çıkardılar. Arkadaşlarıma dedim ki:

«–Ebû Kebşe’nin oğlu’nun(2) işi iyice büyüdü. Baksanıza Benî Asfar Melik’i (Herakliyüs) bile O’ndan korkuyor!..» İşte o zamandan beri, O’nun yakında başarıya ula­şacağına olan inancımı hiçbir zaman yitirmedim. Ve sonunda Allâh, bana da İslâm’ı nasîb etti…”

Herakliyüs, cemaatinin ileri gelenlerini huzûruna dâvet etti. Kendine âit sarayların birinde toplandılar. Onlara:

“–Ey Rum cemaati! Ebedî olarak kurtuluşunuza ve şu saltanatınızın bekâsına ne dersiniz?” dedi. (İslâm’a girmelerini teklif etti.) Bunun üzerine, hep birden vahşî eşekler gibi ürküp kapılara koştular. Ancak bütün kapıların kapatılmış olduğunu gördüler. Herakliyüs, çevresindeki devlet erkânının İslâm’a girmeye yanaşmadığını anlayınca onları geri çağırdı ve söylediği sözlerin hakîkatini değiştirerek:

“–Ben, Hıristiyanlık’taki sebat ve kararlılığınızı görmek için sizi imtihân ettim. Sizde gördüğüm bu hâl hoşuma gitti!” dedi. Bunun üzerine, devlet erkânı ona secde ettiler ve ondan memnûn oldular. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, 5-6, Îman 37, Şehâdât 28, Cihâd 102; Müslim, Cihâd 74; Ahmed, I, 262)

Bizans İmparatoru Herakliyüs, önüne kadar gelen İslâm nîmetini bizzat müşâhede edip tam da hakîkati kavramışken, dünyâ menfaatlerinin ağır basması netîcesinde bu büyük fırsatı teperek, ebedî bir devlet ve saâdeti ziyân etti.


2. KİSRA’NIN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

İran Kisrâsı’na gönderilen mektubu da Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe götürdü. Ancak Kisrâ, Herakliyüs gibi davranmadı. Mektupta Hazret-i Peygamber’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.

Abdullâh, Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:

“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.

Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama, vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”

Kisrâ da cevâben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi. (Süheylî, VI, 589-590) Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.

Abdullâh, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:

“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Resûlullâh’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)

Hz. Abdullâh Bin Huzâfe’nin Fazileti ve Cesareti

Abdullâh bin Huzâfe’nin kâbına varılmaz fazîletini ve îman cesâretini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası vardır:

Hazret-i Ömer’in hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.

Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı. Krala:

“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler. Kral, onu getirterek:

“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu. Abdullâh:

“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi. Kral onun bu vakur tavrı karşısında:

“–Sen Hıristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi. Abdullâh:

“–Sen bana, Muhammed’in dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamâmını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu aslâ yapmam.” dedi. Kral:

“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi. Hazret-i Abdullâh:

“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.

Abdullâh çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hıristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi. Kral:

“–Ya Hıristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, Müslümanlardan bir esir getirtti. Hıristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir Müslüman kazana atıldı. Abdullâh, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.

Kral, Abdullâh’a tekrar Hıristiyanlığı teklif etti. Kabûl etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılırken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh’ı yanına getirtti ve tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek:

“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.

Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücûdumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”

Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi.

“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi. Abdullâh:

“–Benimle birlikte bütün Müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.

“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman:

“–İşte şimdi olur.” dedi. Hazret-i Abdullâh der ki:

“Kendi kendime; «Hem canımı hem de Müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”

O gün seksen Müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer:

“–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her Müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15)

İşte bu mübârek sahâbî, Allâh Resûlü’nün İslâm’a dâvet mektûbunu İran Kisrâ’sına götürme şerefine nâil olmuş, hükümdârın bir işâretini bekleyen cellâtların önünde büyük bir îman cesâreti sergileyerek Kisrâ ve adamlarına İslâm’ı teblîğ etmişti.


Peygamberimizin Mucizesi

Kisrâ’nın, mektûbu yırttığını ve İslâm dâvetine karşı menfî bir tavır takındığını öğrenen Allâh Resûlü:

“–Allâh’ım! Sen de onun mülkünü öylece parça parça et!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 7; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212)

Nitekim Allâh Resûlü’nün bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen Müslümanların eline geçti.

Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzan’a bir yazı göndererek Hazret-i Peygamber’i kendisine getirtmesini istedi. Bâzan’ın elçileri Allâh Resûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca gülümsedi. Elçileri İslâm’a dâvet etti. Bâzan’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:

“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzan’ın mektubuna cevap yaz!” dediler. Allâh Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle dedi:

“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!” Elçiler şaşırdılar ve:

“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler. Peygamber Efendimiz:

“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!»” buyurdu. Bâzan, bunları haber alınca:

“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman hakkında gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:

“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar…” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.

Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Resûlü’nün bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzan, Resûlullâh hakkında:

“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek Müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da Müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)


3. NECAŞİ’NİN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Allâh Resûlü’nün dâvet mektubunu ve onu getiren Peygamber elçisini en iyi karşılayan, Habeş Necâşî’si oldu. Hz. Amr bin Ümeyye vâsıtasıyla Necâşî’ye ulaşan mektupta İslâm’a dâvetle birlikte Hazret-i Meryem ve Hazret-i Îsâ hakkında da kısa bir mâlumat bulunmaktaydı. İslâm’ı daha önce Habeşistan’a hicret etmiş bulunan Müslümanlardan az-çok öğrenmiş olup bu hususta baştan beri müsbet bir tavır sergileyen Necâşî, bu dâvet mektubuyla îmân ufuklarına kanat açtı. O sırada yanında bulunan Ebû Tâlib’in büyük oğlu Hazret-i Câfer’in huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Sonra Resûlullâh’ın arzusu sebebiyle oradaki muhâcirleri de iki gemiye bindi­rerek gönderdi. Ayrıca Hazret-i Peygamber’e, îmân ettiğini bildiren bir mektup yolladı. Mektup şöyledir:

“Allâh’ın Resûlü Muhammed’e Necâşî tarafından.

Yâ Resûlallâh! Selâm Sana olsun, Allâh’ın rahmet ve bereketi de üzerine olsun! Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allâh, beni İslâm’a hidâyet etti.

Yâ Resûlallâh! Hazret-i Îsâ’nın durumunu zikrettiğiniz mektubunuz bana ulaştı. Yerin ve göğün Rabbine yemin ederim ki, Hazret-i Îsâ da kendi hakkında zikrettiğiniz şeylerden fazla bir şey söylememiştir. O’nun teblîğâtı da hep buyurduğunuz gibidir. Bize teblîğe memur olduğunuz İslâm’ın esaslarını öğrendik. Amcanın oğlu (Câfer-i Tayyâr) ile diyârımıza hicret eden ashâbını misâfir ettik. Ben şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün. Sözünde sâdıksın. Haksın ve musaddaksın (tasdîk edilmişsin).

Yâ Resûlallâh! Ben Sana, Sen’in temsilcin olan amcaoğlunun vâsıtasıyla bey’at et­tim. Onun önünde Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum. Sana, oğlum Erhâ’yı gön­deriyorum. Sâdece kendime mâlikim, eğer Sana gelmemi istersen ey Allâh’ın Resûlü, he­men gelirim. Ben şehâdet ederim ki, söylediklerin haktır. Ey Allâh’ın Resûlü, Sana selâm olsun!..” (İbn-i Sa’d, I, 259; İbn-i Kayyım, III, 689; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 100, 104-105)


4. MUKAVKIS’IN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Resûlullâh yine bir gün:

“–Ey insanlar! Ecir ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı’na(3) hanginiz götürür?” diye sorunca, Hazret-i Hâtıb bin Ebî Beltaa fırlayıp kalktı ve Efendimiz’in huzûruna vardı:

“–Yâ Resûlallâh! Ben götürürüm.” dedi. Allâh Resûlü:

“–Ey Hâtıb! Allâh bu vazîfeyi senin hakkında mübârek kılsın!” buyurdu.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mukavkıs’a Mektubu

Hâtıb, Efendimiz’in mektubunu İskenderiye Mukavkısı’na götürdü. Mektupta şöyle yazıyordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara selâm olsun.

Seni İslâm’a dâvet ediyorum. Müslüman ol, selâmeti bul da Allâh sana ecir ve mükâfâtını iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabûl etmezsen Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olur.

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan baş­kasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki biz müslümanlarda­nız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Peygamber Efendimiz’in mektubu okununca Mukavkıs, Hâtıb’ı yanına çağırıp din adamlarını da topladı. Hâdisenin devâmını Hâtıb şöyle anlatıyor:

Mukavkıs bana:

“–Anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.” dedi. Kendisine:

“–Buyrunuz, konuşalım.” dedim. Mukavkıs:

“–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu.

“–Evet, O, Allâh’ın Resûlü’dür.” dedim.

“–O gerçekten böyle bir peygamber ise kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin Allâh’a duâ etmedi?” diye sorunca, ona:

“–Sen, Îsâ bin Meryem’in Allâh’ın bir peygamberi olduğuna şehâdet edersin değil mi? O gerçekten peygamber olduğuna göre, kavmi onu yakalayıp asmak istedikleri zaman, kendisini dünyâ semâsına kaldırıp yükselteceğine, kavmini helâk etmesi için Allâh’a duâ etse olmaz mıydı?” dedim.

Mukavkıs söyleyecek söz bulamadı. Bir müddet sustuktan sonra:

“–Sözünü tekrarla!” dedi. Tekrarladım. Mukavkıs yine sustu. Sonra da:

“–Güzel söyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi. Ben de bunun ardından Mukavkıs’a:

“–Senden önce burada bir adam, kendisinin en yüce ilâh olduğunu iddiâ etmişti. Allâh Teâlâ o Firavun’u dünyâ ve âhiret azâbıyla yakalayıp cezâlandırdı. Sen, kendinden öncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!”(4) dedim. Mukavkıs:

“–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını görmedikçe onu bırakmayız!” dedi. Ben de:

“–İslâm, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha üstündür! Biz seni, Allâh Teâla’nın insanlara dîn olarak seçtiği İslâm’a dâvet ediyoruz. Hazret-i Muhammed Mustafâ, sâdece seni değil bütün insanları dâvet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar Kureyşliler oldu. O’na karşı en çok düşmanlığı da Yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en çok yakınlık gösterenler ise Hıristiyanlar oldu. Hazret-i Mûsâ, nasıl ki Hazret-i Îsâ’yı müjdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed’i müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’a dâvetimiz, senin Tevrât’a bağlı olanları İncîl’e dâvetin gibidir. Her insan kendi zamânında gelen peygambere ümmet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed’in dönemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslâm’a dâvet etmekle Hazret-i Îsâ’nın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. Bilâkis onun risâletine uygun amel etmeni teklif etmiş oluyoruz.” dedim. Mukavkıs:

“–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gördüm ki, onda ne dünyâdan el etek çekilmesi emrediliyor ne de mergûb ve makbûl şeyler yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gâipten haber aldığını iddiâ eden bir yalancıdır. Bilâkis kendisinde gâibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alâmetleri vardır. Buna rağmen biraz daha düşünmek isterim.” dedi.

Mukavkıs’ın Peygamber Efendimiz’e Yazdığı Mektup

Daha sonra da Peygamber Efendimiz’in mektubuna şöyle bir cevap yazdırdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhammed bin Abdullâh’a, Mukavkıs’tan.

Sana selâm olsun! Mektubunu okudum. Zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım. Bir peygamber daha geleceğini biliyor, fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Elçini ağırladım. Sana Kıbtîler katında mevkîleri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderiyorum. Binmen için Sana bir de katır hediye ediyorum. Sana selâm olsun!”

Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de Müslüman oldu. Bana da: “Sakın hâ! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler!” diye tembihte bulundu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 266-267; İbn-i Sa’d, I, 260-261; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 530-531)

Görüldüğü gibi Mukavkıs, Allâh Resûlü’nün dâvetini hoş karşıladı. O, son bir pey­gamber daha çıkacağını biliyordu, fakat onun Şam mevkiinden zuhûr edeceğini zannedi­yordu. Bu zan, kendisinin hakîkate tâbî olmasına perde oldu ve Mukavkıs, îmân edemedi. Ancak mektubu getiren Hâtıb ile çeşitli hediyeler, bir binek ve iki de câ­riye (Hazret-i Mâriye ile kardeşi Sîrin’i) gönderdi.

Hazret-i Hâtıb, yolda bu iki kardeşe İslâm’ı anlattı ve onları Müslüman olmaya teşvîk etti. Onlar da îmân ile şereflendiler.(5) Böylece daha Medîne’ye varmadan ebedî hakîkati idrâk ettiler.

Hazret-i Hâtıb, Mukavkıs’ın sözlerini bildirdiğinde Resûlullâh:

“Yaramaz adam, saltanatına kıyamadı! Esirgediği saltanatı ise kendisinde kalmayacaktır!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 260-261; Diyârbekrî, II, 38)

Allâh Resûlü, câriye Sîrin’i Hassân bin Sâbit’e, Hazret-i Mâriye’yi de kendisine nikâhlamıştır ki, oğlu İbrâhîm bu hanımındandır. Hazret-i Peygamber’in murâd-ı ilâhî ile gerçek­leştirdiği bu evliliğin de birçok siyâsî fâideleri görülmüştür. Nitekim bu durum, Mısırlılar üze­rinde çok müsbet bir tesir bırakmış, sonraki yıllarda yapılan İslâm-Bizans savaşlarında, Mısırlılar Bizanslıları yalnız bırakarak İslâm ordusunun zafere daha emîn bir şekilde yürümesine vesîle olmuşlardır.

Resûlullâh, akrabâya muâmelenin güzel bir misâlini sergileyerek ashâbına şöyle buyurmuştur:

“Siz kırât denen bir ölçü biriminin kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlarla bir neseb, bir de sıhriyet akrabâlığımız vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 226-227)

Mâlum olduğu üzere, Allâh Resûlü’nün nesebi Hazret-i İsmâîl’e dayanmaktadır. Hazret-i İsmâîl’in annesi Hazret-i Hâcer Mısırlı olduğu için Âlemlerin Efendisi Mısırlıları akrabâ saymaktadır. Sıhriyet ise Mâriye vâlidemizden gelmektedir.(6)

5. GASSAN HÜKÜMDARININ İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Sûriye Gassânî Arapları’nın başkanı olan Hâris ise, Hazret-i Şucâ bin Vehb’in getirdiği Peygamber mektubuna karşı küstah bir tavır takındı. Hattâ Müslümanların üzerine yürü­mek için Bizans imparatorundan izin istedi. Fakat imparator bunu reddetti.(7)

6. YEMAME MELİKİNİN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Hazret-i Selît bin Umeyr’ın Peygamber mektubunu götürdüğü Yemâme Meliki Hevze de ilâhî dâveti kabûl etmedi. Kısa bir müddet sonra da bu gaflet içinde ölüp gitti.(8)

7. YEMEN EMİRİNİN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

Resûlullâh, gönderdiği elçilere dikkat etmeleri gereken hususlara dâir mühim tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ Allâh Resûlü, Himyer’de bulunan bâzı kimselere bir mektup yazmıştı. Mektubu Hazret-i Iyâş ile gönderirken ona şu tavsiyelerde bulundu:

“Oraya vardığın zaman geceleyin girme, sabah olmasını bekle. Sonra en güzel şekilde abdestini al, iki rekât namaz kıl. Seni muvaffak kılması ve hüsn-i kabûl görmen için Allâh Teâlâ’ya duâ et. Daha sonra güzelce hazırlık yap, mektubumu sağ eline al ve onu sağ elinle onların sağ eline ver. Böyle yaparsan onlar seni kabûl edeceklerdir…”

Hazret-i Iyâş şöyle der:

“Resûlullâh’ın emrettiği gibi yaptım, İslâm’ı kabûl ettiler. Daha sonraki hâdiseler de Allâh Resûlü’nün bildirdiği gibi tahakkuk etti.” (İbn-i Sa’d, I, 282-283)

Bu dâvetler, Medîne’den bütün cihânı kucaklamaya doğru İslâm’ın ilk adımları ol­muştu. Bunun yanında Arap Yarımadası’nda canlanan İslâm, her geçen gün yayıl­maya devâm etti. Zîrâ büyük zaferlerin sağlam temelleri, bizzat Hazret-i Peygamber’in mübârek elleriyle atılmaktaydı.

Not: Ayrıca Peygamber Efendimiz, Umman ve Bahreyn krallarına da İslam’a davet mektupları göndermiş ve bu hükümdarların İslam ile şereflenmelerine vesile olmuştur.

Dipnotlar:

(1) Bkz. Buhârî, İlim, 7; Müslim, Libâs, 57, 58; İbn-i Sa’d, I, 258.

(2) Peygamberimiz hakkında kullanılan bu isim için bkz c. 1, s. 284.

(3) Bizans imparatorları için Kayser ve Rum Kayseri, Fars hükümdarları için Kisrâ, Habeş hükümdarları için Necâşî, Mısır hükümdarları için Firavun, İskenderiye hükümdarları için Mukavkıs, Yemen ve Şıhhîr hükümdarları için Tübba‘, Hind hükümdarları için Batlımus ünvanları kullanılmıştır. Bunlar isim değil, umûmî olarak hükümdârlara verilen ünvanlardır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, XI, 228)

(4) Bu nükteyi şâir ne güzel dile getirir:

Geçmişlerden ibret almazsa kişi,

Geleceğe ibret olmaktır işi…

(5) İbn-i Sa’d, VIII, 212.

(6) İbn-i Hişâm, I, 4.

(7) İbn-i Sa’d, I, 261.

(8) İbn-i Sa’d, I, 262.