MESCİD-İ DIRAR

Peygamber Efendimiz neden Mescid-i Dırar’ı yıktırdı? Mescid-i Dırar hadisesi…

Mescid-i Dırar; Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında münafıkların, fitne, fesâd yuvası ve silâh deposu olarak Kuba’da yaptırdıkları mesciddir.

Dönüş başladığında münâfıklardan bir grup, geceleyin geçilecek olan dar bir bo­ğazda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e suikast plânlamışlardı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan haberdâr oldu ve Huzeyfetü’l-Yemânî’yi onların üzerine gönderdi. Huzeyfe -radıyallâhu anh- da oraya varıp:

“–Ey Allâh düşmanları! Çekilin!” diye haykırarak münâfıkların hepsini dağıttı. (Ahmed, V, 453)

Fakat Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, münâfıkların ikinci bir tuzağı daha beklemekdeydi. İslâmiyetin kökleşmesiyle birlikte Medîne ve Mekke’den ayrılan Ebû Âmir Fâsık adında Hazrecli bir hristiyan, Bizans’a sığınmış, durmadan münâfıkları kışkırtıyordu. Bu fesat kazanının irtibat noktası olarak da Kubâ Mescidi’nin biraz aşağısında bir mescid inşâ et­mişlerdi. Bu, meşhûr Dırâr Mescidi idi…

Yapmayı düşündükleri bir suikast için de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, Tebük Seferi’nden önce buraya dâvet etmişler, ancak O’nun:

“–Sefer dönüşünde inşâallâh!” demesi üzerine İslâm ordusunun dönüşünü bekle­meye başlamışlardı.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye bir konak mesâfesi yaklaştıklarında, Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve zâhirde bir mescid olarak kurulan bu fitne yuvasının içyü­zünü haber verdi. Böylece, mescide karşı mescidle, dîne karşı dîni kullanmakla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, dolayısıyla bütün Müslümanlara karşı münâfıklar tarafın­dan hazırlanan bu tuzak, maksadına ulaşamadı. Çünkü Cenâb-ı Hak, açık bir şekilde bu hakîkati bildirmekteydi:

“(Münâfıklar arasında) bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allâh ve Rasûlü’ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve; «(Bununla) iyilikten başka bir şey isteme­dik!» diye mutlakâ yemîn edecek olanlar vardır. Hâlbuki Allâh, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. (Ey Rasûlüm!) Onun içinde (Dırâr Mescidi’nde) aslâ namaz kılma! İlk günden takvâ üzerinde kurulan mescid içinde (Kubâ Mescidi’nde) namaz kılman elbette daha doğ­rudur. Onun içinde temizlenmeyi sevenler vardır. Allâh da temizlenenleri sever.” (et-Tevbe, 107-108)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, emr-i ilâhî mûcibince hareket etti ve Medîne’ye vardıklarında Dırâr Mescidi’ni yaktırdı. (İbn-i Hişâm, IV, 185)

Bu sefer mesele sâdece nifakla kalmamış, açıkça bir tuzak ve komplo mâhiyetini almıştı. Bu sebeple münâfıkların maskesinin yırtılması ve mescid diye yaptıkları hîle evinin yıkılması lâzımdı.

DOĞRU İLE YANLIŞI BİRBİRİNE KARIŞTIRMA

Bu noktada yapılması gereken, sapla samanı ayırt etmektir. Doğru ile yanlışı birbirine karıştırmamaktır. Meselâ bazı doktorlar, mesleklerini sûistimâl ediyor diye tıp ilmi reddedilemez. Bazı hukukçular, mesleklerini istismâr ediyor diye hukuktan vazgeçilemez. Yine asker içinde yuvalanmış teröristler var diye bütün bir ordu ithâm edilemez.

İslâm tarihinden bir misâl vermek gerekirse, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ihlâs ve takvâ ile kurulan Kuba Mescidi’nde namaz kılması, buna mukâbil, münâfıkların nifak ve fitne temelleri üzerine kurduğu Mescid-i Dırar’ı yıkması emredilmiştir.[1]

Dıştan bakınca bunların her ikisi de mesciddir. Ancak meselenin iç yüzüne bakınca, bunlar arasında doğu ile batı, Cennet ile Cehennem kadar fark vardır. Zira Kuba Mescidi, mü’min gönülleri ilâhî huzurda birleştiren bir mübârek mescid iken, Dırar Mescidi ise münâfıkların İslâm ümmeti arasına nifak sokmak maksadıyla yaptıkları bir şer yuvasıdır.

MANEVİ DEĞERLERİ ART NİYETLİ KİMSELERE YEM ETME!

Günümüzün manzarasını hulâsa eden bu misalden hareketle, hâdiselere îman perspektifinden bakabilen bir mü’minin vazifesi; mescitlere, cemaatlere, tarikatlere karşı çıkmak değil, bilâkis bunları kendisine maske edinen fesat yuvalarını firâsetle ayıklayıp onlarla mücâdele etmektir.

Aslı koruyup sahtesini bertaraf etmektir. Mânevî değerleri art niyetli kimselere yem etmemektir. Aksi takdirde “pireye kızıp yorganı yakmak” tâbir edilen isabetsiz kararlarla “zararı bir iken bin yapmak” gibi hazin neticelere dûçâr olunur.

MÜNAFIKLARIN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

  Münâfıklar, “emanete hıyanet eden, konuşunca yalan söyleyen, söz verince sözünde durmayan, husûmet edince, kıskanınca haddi aşan”[1] kimselerdir. Kötülüğü emreden, iyilikten alıkoyan, pintilikle ellerini sımsıkı tutan[2], namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkan, insanlara gösteriş yapan, Allâh’ı da çok az hatıra getirip zikreden[3] münâfık kadın ve erkekler, birbirlerindendir ve aynı tabiattadırlar.

Benî Mustalik seferinde iken Müreysî kuyusu başında iki sahâbî arasında yaşanan tartışmayı, Ensâr-Muhâcir kavgasına çevirmek için büyük gayret göstermişlerdi. Medîne’ye dönünce izzetli kimseler olarak îlân ettikleri ev sahibi Ensâr’ın, kendilerine sığınmış Muhâcirleri kovması gerektiğine dair büyük bir kışkırtıcılık yapmışlar, iş kılıçları birbirlerine çekme noktasına kadar gelmişti.

Tebük Savaşı’na hazırlık sürecinde, fakirlerin verdikleri sadakaları küçümseyerek algı operasyonuna girişmişler; savaşa bizzat katılmamak için de yalan beyanla türlü türlü mazeretler sunup izin istemişlerdi. Peygamber Efendimiz tarafından hepsine izin verilmişti. Fitne çıkarmak için savaşa katılanlar da yolculuk esnasındaki tüm güçlükleri iyi değerlendirmişler, hele münâfıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül ashâb arasında gezerken:

“-Muhammed, Roma Devleti’ni oyuncak mı sanıyor? O’nun ashâbıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum!..” demiş ve kalplere korku ve ümitsizlik aşılamaya çalışmıştı.

MÜNAFIKLARIN EN BÜYÜK MEZİYETİ

Karşılaşılan bütün güçlüklerin faturasını Rasûlullâh’a çıkarmak, en büyük meziyetleri idi. Bedir Savaşı’nda da, Uhud Savaşı’nda da aynısını yapmışlardı. Yaptıkları kötülüğün farkına varılıp da:

“-Neden böyle davranıyorsunuz?” diye hesap sorulduğu zaman ise, yemin billâh ederek, yapmadıklarını söyler, haklarındaki iddiaları inkâr ederlerdi. (Bkz: İbn-i İshak, İbn-i Hişam, Sîre, 161 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 66)

Gözyaşı serpiştirilmiş, yalan mazeretlerle dolu kelimeleri en büyük silahlarıdır. İyi ağlar, ağızları iyi lâf yapar, tiyatroda oynasalar, değme tiyatro oyuncuları bunların yanında çırak kalırlar. Kendisini dünyada ayakta tutan en önemli şey, rakibine verdiği acılardır.

MÜNAFIĞIN FİTNESİ ÖYLE BİR ATEŞTİR Kİ SUÇLSUZ İNSANLARI KAVURUR

Tebük Gazvesi esnâsında Rasûlullâh’ın devesi kaybolmuştu. Aramalara rağmen bulunamadı. Yahudilerden müslüman olan Zeyd bin Lusayt adlı münâfık:

“-Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed, bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor!” diyerek mü’minlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâil -aleyhisselâm-’ın haber vermesi üzerine ipinin bir dala takılı olduğu hâlde devesinin bulunduğu yeri sahâbîlerine bildirmiş, böylece deve bulunmuştu. (İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, c. 4, 166, 167; Vâkidî, a.g.e., c. 3, 111)

Benî Mustalik Gazvesi esnasında meydana gelen “İfk” hadisesinde, Peygamber Efendimizin iffetli zevcesi Hazret-i Âişe’ye namus iftirasında bulunan Abdullah bin Ubey:

“-Vallahi! Ne Âişe, o adamdan dolayı kurtulur; ne de o adam, Âişe’den dolayı kurtulur!..” diyerek Peygamber Efendimizi bir ay müddetince büyük sıkıntıda bırakmıştı.

MÜNAFIKLAR EKİPCE HAREKET EDER

Nûr Sûresi’nin ilk âyetlerinin nâzil olması ile temize çıkan Hazret-i Âişe Vâlidemiz, âyet inmemiş olsa idi, bu şâibeden kurtulacak gibi değildi. Zira münâfığın fitnesi öyle bir ateştir ki, suçsuz insanları kavurur.

Münâfığın başarılı olabilmesi için mutlaka kendisi gibi hasta kalpli münâfıklardan bir ekip kurması gerekir, zira şıracının bir bozacı şâhide ihtiyacı olacağı için münâfık dostları onu her zor zamanında kurtarırlar.

“-Biz de yanında idik, öyle bir söz söylediğini duymadık.” derler.

Yandaşı olmayan zâlim meydanda koşamaz.

“…Onlar sizinle buluştukları zaman «İnandık!» derler; sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: «Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” (Âl-i İmrân, 119)

“Size bir iyilik dokununca tasalanırlar. Size bir kötülük isabet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların «hileli düzenleri» size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.” (Âl-i İmrân, 120)

MESCİD-İ DIRAR VAKASI

Dırâr Mescidi, Ebû Âmir Fâsik adlı bozguncu münâfık ve fâsığın teşviki ile münâfıklarca Kuba Mescidi’nin cemaatini bölmek, Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşanlara gözetleme yeri niyetiyle yapılmıştı. Peygamber Efendimiz, bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrâil -aleyhisselâm- gelerek (Bkz: et-Tevbe, 17) durumu haber vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâmdan Mâlik bin Dehsan ile Ma’n bin Adiyy -radıyallâhu anhümâ-’yı Mescid-i Dırâr’ı yıkmak üzere vazifelendirdi. Bu sahabîler, mescidi yakıp yıktılar. (Bkz: İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, III, 71; İbn-i Sa’d, Tabakât, III, 54I vd; İbn-i Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Mîras, Tecrîd-i Sarih, X, 422)

Münafıklar, en çok da rakip olarak gördüğü kişilerin düşmanlarını severler. Onların meclislerini hiç bırakmazlar, çünkü kendisi ile aynı duyguları hissedenlerle bir arada olmak; şüphe, endişe ve korku içinde bulunan gönüllerini sâkinleştirir. Kendilerini onların yanında daha iyi hissederler. Onlarla ortak düşmana karşı işbirliği yapmak, huzursuzluklarını bir nebze olsun azaltır. Eskiden beri Abdullah bin Ubey, yahudiler ile ittifak hâlinde idi. O, yahudilerin Medîne’den çıkmalarını istemiyor, Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı onları destekliyordu.

MÜNAFIKLA YAŞAMAK ZORUNDA OLAN KİMSE NE YAPSIN?

Peki, böylesi bir münâfıkla yaşamak zorunda olan kimse ne yapsın? Aslâ onunla ilgili dedikodu etmesin, onu dost bilmesin, sırlarını ifşâ etmesin. Münâfıkların en büyük dostları gıybetçiler ve nemmâmlardır. Edilen dedikoduyu hemen öğrenirler ve herkesin huzurunda açığa çıkararak zor durumda bırakırlar. Münâfığın abartılı sevgi gösterisine aslâ îtibar etmesin, onun gazına gelmesin! Çünkü münâfık, rakibini zor durumda bırakmak için:

“-Başarırsın, yaparsın, ben de sana yardım ederim.” der. Sonra da kişiyi ortada bırakır, sıkıntısını zevk içinde seyrederler.

Akıllı kişi, münâfıkla aslâ istişâre etmesin. Çünkü münâfık, hayra değil, şerre dâvet eder. İyiliğini değil, kötülüğünü ister.

Münâfık, kimlerle ne yaptığı, ne gibi kötülük tohumunu ektiğini bilip haberdar olmak için dâimâ yakın markajda tutulmalıdır. Münâfık, aslâ üst pozisyona getirilmez, en önemli sırları başkalarına peşkeş çeker, Müslümanların yoluna taş koyar. Geri plânda da tutulmaz, düşmanlığı, kin ve nefreti artar. Yakın merkezde, en güvenilir kişilerin arasında pasif pozisyonlara getirilmelidir ki, verdiği zarar az olsun.

Herhangi bir hâinliği görülür görülmez herkesin huzurunda hesap sorulmalıdır. En güçlü kelimelerle gözdağı verilmelidir ki, arkadan konuşma fırsatı bırakılmasın. Onun hatası kapalı kapılar ardında açıklanmaz, herkesin huzurunda açıklanır ki, taraftar toplayamasın. Aleyhtar toplamak, toplumu bölmek; en büyük meziyetleri olduğu için buna fırsat verilmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cehd et (çaba harca, mücadele et) ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran…” (et-Tevbe, 73)

MÜNAFIKLARA NE YAPILMALI?

Münâfıklardan bazı kişilerin yahudi Süheylim’in Casum mevkiindeki evinde toplanıp Tebük Gazası’na çıkacak halkı, Peygamber Efendimiz’in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Talha bin Ubeydullâh’ı bazı sahabîlerle birlikte onlara gönderip Süveylim’in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmalarını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk bin Halîfe, evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn-i Übeyrik ve arkadaşları ise, damdan atlayıp kaçtılar. (İbn-i İshak, İbn-i Hişâm, Sîre, IV, 16I; Diyarbekrî, Hâmis, II, 124)

Münâfıklar, “emanete hıyanet eden, konuşunca yalan söyleyen, söz verince sözünde durmayan, husûmet edince, kıskanınca haddi aşan”[1] kimselerdir. Kötülüğü emreden, iyilikten alıkoyan, pintilikle ellerini sımsıkı tutan[2], namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkan, insanlara gösteriş yapan, Allâh’ı da çok az hatıra getirip zikreden[3] münâfık kadın ve erkekler, birbirlerindendir ve aynı tabiattadırlar. Nifakları kalplerinde olduğu için, onu açığa çıkaracak bir âlet yoktur. Bu sebeple hâlleri Allah Teâlâ’ya mâlum, bize ise meçhul ve gayptır. Sadece alâmetlerinden onları tanıyabiliriz. Tanısak da kalpleri Allah’tan başka kimse bilemeyeceği için düşünce ve tespitlerimiz zandan öteye geçmez. Bu yüzden bu tür insanlara karşı, dikkatli ve tedbirli olmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Sâlih mü’minlerin mâneviyatları ve ruh sağlıkları için onlardan uzak durması en akıllıca yoldur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- her fırsatta fitne çıkaran münâfıkların reisinin öldürülmesini teklif ettiğinde Peygamber Efendimiz:

“-«Muhammed arkadaşlarını öldürüyor!» diye fitne çıkarırlar.” buyurarak bunu kabul etmemiş, münâfıklar ile aradaki perdeyi yırtmamıştır. Diğer taraftan kendisi gibi gaybî bilgiyle donanmamış ümmetine, birbirlerine “münâfık” damgası vurup savaşma yolu açmamıştır.

Onlara karşı mücadelede; “Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzab, 48) buyuran Cenâb-ı Hakk’ı bu hususta vekil ve dayanak kabul etmek en isâbetli yoldur.

Herkese “münâfık” mührü vurmak kolaydır da; ya bizde de münâfıklık alâmeti varsa? Yirmi kadar sahâbe ile birlikte Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın:

“-Acaba bende de nifak alâmetleri var mıdır?” endişesinde bulunmasının sebebi, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu sözünde gizlidir:

“(Allah Teâlâ’dan) ancak mü’min korkar, ondan kendini ancak münafık emniyette hisseder.”

Doğru sözlü (sıddîk) ve güvenilir (emîn) olmak, en büyük nîmettir. Kişi bu noktada kendisini daima hesaba çekmelidir ki, münâfıklıktan uzak olsun.

[1] Bkz: Buharî, İman, 24; Müslim, İman, 106[2] et-Tevbe, 67.[3] et-Tevbe, 54


Google Maps

Mit dem Laden der Karte akzeptieren Sie die Datenschutzerklärung von Google.
Mehr erfahren

Karte laden

PGlmcmFtZSBsb2FkaW5nPSJsYXp5IiBzcmM9Imh0dHBzOi8vd3d3Lmdvb2dsZS5jb20vbWFwcy9lbWJlZD9wYj0hMW0xNCExbTghMW0zITFkODM5OS43Njg4OTI2OTI3NyEyZDM5LjYxNzI4OSEzZDI0LjQzOTI0NyEzbTIhMWkxMDI0ITJpNzY4ITRmMTMuMSEzbTMhMW0yITFzMHgwJTNBMHg2OGM3MGI0MzJmNDVmYTRlITJ6VVhWaXhJSEt2aTFOYjNOamFHVmwhNWUxITNtMiExc2RlITJzZGUhNHYxNTk2NzI3MDI2NDcxITVtMiExc2RlITJzZGUiIHdpZHRoPSI2MDAiIGhlaWdodD0iNDUwIiBmcmFtZWJvcmRlcj0iMCIgc3R5bGU9ImJvcmRlcjowOyIgYWxsb3dmdWxsc2NyZWVuPSIiIGFyaWEtaGlkZGVuPSJmYWxzZSIgdGFiaW5kZXg9IjAiPjwvaWZyYW1lPg==