Hz. Ebubekir (r.a.) Kimdir?


Peygamber Efendimiz’in en yakın dostu, Altın Silsile’nin ilk halkası, Cennete ilk girecek kişi, İkinin İkincisi, İlk Halife; Hz. Ebubekir’in (r.a.) hayatı…

Hz. Ebûbekir’in soyu, doğumu, Müslüman oluşu, hicreti, şahsiyet ve karakteri, firaseti, ibadet hayatı, infakı, merhameti, halifeliği, vefatı, hikmetli sözleri…

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) HAYATI

Hz. Ebûbekir, 573 senesinde Mekke’de dünyaya teşrif etti. Hz. Ebûbekir’in ismi Abdullah’tır. Tertemiz nesebi, Resûlullah Efendimiz’in altıncı batındaki dedesi Mürre bin Kâ‘b ile birleşir. Efendimiz’den iki yaş küçüktür.

İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında dahî içki kullanmamış, putlara tapmamış, dâimâ nezih ve örnek bir şahsiyet sergilemiştir. Allah Resûlü, Peygamberliğini îlân ettiğinde, hemen îmân etmiştir.

Peygamberimizin En Sevgili Dostu

Hz. Ebûbekir, Allah Teâlâ’nın ve O’nun en sevgili Resûlü’nün en sevgili dostudur.(1) Kur’ânî ifâde ile; “İkinin İkincisi”dir.(2) Canıyla, malıyla ve âilesiyle Peygamber Efendimiz’in etrâfında âdeta pervâne olmuş, ömrünü ve bütün varlığını İslâm’ın muhâfazası ve neşri için vakfetmiştir.

Hz. Ebûbekir dîni idrâk etme hususunda son derece firâsetli, sır ve hikmetlere vuk¯ufiyette yüksek anlayış sahibi, nerede, ne zaman ve nasıl konuşacağını gâyet iyi bilen, yumuşak huylu ve çok cömert bir zât idi. Az konuşur; halîfeliği sırasında da kumandan ve vâlilerine az konuşmalarını tavsiye ederdi.

Âyet-i kerîmeleri ve Peygamber Efendimiz’in sözlerini en iyi o anlardı.(3) Zira ömrü boyunca Efendimiz’den hiç ayrılmamıştı. Bedenen ayrı kaldığı kısa zamanlarda bile kalben O’nunla beraber olarak dâimî bir râbıta hâlinde bulunurdu.

Cennete İlk Girecek Kişi

Ashâb-ı kirâm, Ebûbekir Efendimiz’in kıymetini bilir; “Onu kızdırırsak, Resûlullah gazaplanır, Resûlullah gazaplanınca da Cenâb-ı Hak gazap eder ve biz helâk oluruz!” diye ona karşı çok dikkatli davranırlardı.(4) Efendimiz ona şu ebedî müjdeyi vermişlerdi:

“–Ey Ebûbekir! Ümmetimden Cennet’e ilk girecek kişi olman sana kâfî değil midir?!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652)

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) ŞAHSİYETİ VE KARAKTERİ

Hz. Ebûbekir fıtraten halim-selim olup, engin bir şefkat ve merhamete sahipti. Bununla birlikte vazife ve mes’ûliyet hususunda zerre kadar müsâmaha göstermezdi. Fikirlerindeki isâbeti, muâmelâtındaki doğruluk ve nezâketi, tecrübesinin genişliği, nefsine hâkimiyeti, hayırseverlik ve samimiyetiyle herkes tarafından çok sevilirdi. Sevimli, güler yüzlü, hoş-sohbet, muâmelesi ve ahlâkı güzel bir Allah ve Resûlullah dostu idi. İnsanlar onunla kolayca ülfet eder ve kendisine olan muhabbetleri gittikçe artardı. Câhiliye döneminde bile mütevâzı bir hâli vardı. Gâyet vakur, cömert ve âlicenap bir şahsiyet ve karaktere sahipti.(5)

Hayatında muazzam bir denge vardı. Her zaman büyük bir tevâzû ve mahviyet sergiledi, fakat aslâ zillet ve acziyet göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi.

HZ. EBUBEKİR’E (R.A.) NEDEN SIDDIK DENİLMİŞTİR?

Fahr-i Kâinât Efendimiz, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi. Cebrâîl (a.s.):

“–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)

Nitekim müşrikler, Mîraç hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular:

“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler. Hazret-i Ebûbekir:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi. Müşrikler tekrar:

“–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebûbekir:

“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi.

Daha sonra Ebûbekir, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi. Allah Resûlü de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e:

“–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)

Hazret-i Sıddîk’ın Mîraç hâdisesinde sergilediği bu kalbî sarsılmazlık ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü’nü tasdîk edişi, ancak kalbinin kazandığı îman kuvvetiyle îzah olunabilir. Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî mukâvemetini ifâde sadedinde Hazret-i Ali ona:

“Sen, şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.(6)

İKİNİN İKİNCİSİ

Resûlullah Efendimiz, Hz. Ebûbekir’i çok severdi. Her gün mutlakâ yanına uğrardı.(7) Ebûbekir (r.a.) de Allah Resûlü’nü görmeden huzur bulamazdı. Peygamber Efendimiz’in herhangi bir seriyye ile gönderdiği veya hac emîri tâyin ettiği günler hâriç, O’ndan hiç ayrılmadı. Yani ömürleri beraber geçti.

Hz. Ayşe şöyle anlatır:

“Resûlullah, Ebûbekir’in (r.a.) evine her gün ya sabah ya da akşam muhakkak uğrardı. Ancak, Allâh’ın kendisine hicret için izin verdiği gün, hiç âdeti olmadığı hâlde, tam öğle saatinde bize geldi. Babam onu görünce:

«–Resûlullah bu saatte gelmezdi. Mutlakâ mühim bir iş olmalı!» dedi.

Allah Resûlü içeri girince, babam oturduğu yerden kalkıp yerini O’na verdi. Babamın yanında ben ve kızkardeşim Esmâ vardı. Resûlullah babama:

«–Odadakileri dışarı çıkar, (mühim bir mesele konuşacağız)!» buyurdular. Babam:

«–Ey Allâh’ın Resûlü, onlar benim kızlarımdır (bir zarar gelir diye endişelenmeyin). Anam-babam Sana fedâ olsun, bu mühim mesele nedir?» diye sordu. Resûlullah:

«–Allah Teâlâ bana Mekke’den çıkarak hicret etmeme izin verdi.» buyurdular. Babam:

«–Ey Allâh’ın Resûlü! Ben de Sana arkadaşlık edecek miyim?» dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

«–Evet, beraberiz!» buyurdular.

Hazret-i Ebûbekir, sevincinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Vallâhi o güne kadar, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini hiç tahmin etmezdim.” (İbn-i Hişâm, II, 97-98)

Sevr Mağarası

Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebûbekir, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allah Resûlü:

“–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular. Hazret-i Ebûbekir:

“–Yâ Resûlâllah! Müşriklerin arkanızdan yetişebileceğini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi.

Daha sonra Sevr Mağarası’na ulaştılar. Ebûbekir (r.a.):

“–Yâ Resûlâllah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça kesip orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamamını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra:

“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi.

Hz. Ebûbekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allah Resûlü:

“–Elbisen nerede, ey Ebûbekir?” diye hayretle sordu.

Hz. Ebûbekir de yaptıklarını anlattı. Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Resûlü, mübârek ellerini kaldırarak Ebûbekir için duâ ettiler.(8)

Müşrikler, mağaraya yaklaşırlarken endişeye kapılan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk, Resûlullah Efendimiz’e:

“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.

Peygamber Efendimiz ayakta namaz kılıyor, Ebûbekir (r.a.) de gözcülük yapıyordu. Bir ara:

“–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise:

“–Ey Ebûbekir! Mahzûn olma! Hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir!” buyurdular. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)

Hz. Ebûbekir orada dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını görünce de:

«–Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür!» dedi. Resûlullah ise:

“–Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun, ey Ebûbekir?!” buyurdular. (Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamanında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebûbekir’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitmişti. Bu duruma çok kızdı. Daha sonra, çileli hicret günleri gözünde canlandı. Resûlullah ile Hazret-i Ebûbekir’in Sevr Mağarası’nda birlikte geçirdikleri geceyi hatırlattı ve büyük bir hasret içinde şöyle dedi:

“−Vallâhi, Hazret-i Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün âilesinden daha hayırlıdır!..” (Hâkim, III, 7/4268)

Üçüncüleri Allah Olan İkinin İkincisi

İşte Hz. Ebûbekir, nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculuğun Sevr Mağarası safhasında, üç gün üç gece boyunca Efendimiz’in sadrından pek çok sır ve hikmet devşirdi. O husûsî yakınlığın yüksek fazîletine ve Allah Resûlü ile müstesnâ bir rûhî alışverişin büyük şerefine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olarak kalbi inkişâf ettirme dergâhı hâline gelen o mübârek mağarada, “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” pâyesine erdi. Resûlullah Efendimiz, bu azîz arkadaşına; “…Mahzûn olma, Allah bizimledir!..”(9) buyurdular. Böylece “maiyyet sırrı”nı, yani gönlün Allah ile beraberlik neticesinde ulaşacağı huzûr hâlinin keyfiyetini telkîn ettiler.

ALTIN SİLSİLE’NİN İLK HALKASI

Daha önce de ifâde edildiği üzere bu hâli ârifler, hafî/gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönülleri Allah ile itmi’nâna/huzûra erdirecek mânevî telkinlerin en mühim tezâhürlerinden biri olarak değerlendirmişlerdir. Bunun içindir ki, bu nebevî tâlim ve telkinlerin ilk tâlihli muhâtabı olan Hazret-i Sıddîk, -inşâallah- ucu kıyâmete kadar devam edecek olan Altın Silsile’nin, Peygamber Efendimiz’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.

Buradan şunu da anlıyoruz ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat; Allah ve Resûlü’ne olan muhabbet, fedâkârlık ve hizmet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü muhabbetin şartı, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebûbekir’in hayatı da bu hâlin sayısız misalleriyle doludur. Resûlullah ona şöyle buyurmuşlardır:

“Sen, Cennet’teki Kevser Havuzu’nun başında ve mağarada benim arkadaşımsın!” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3670)

Resûlullah Efendimiz’in konuşmalarında sık sık Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’in isimleri geçerdi. Efendimiz, birlikte bâzı işler yaptıklarını, beraberce bir yere gidip geldiklerini ifâde ederdi. İnsanların inanmakta zorlandıkları bâzı hârikulâde hâdiselerden bahsedince; “Buna ben inanırım, Ebûbekir ve Ömer de inanır.” buyururlardı. Bu da gösteriyor ki, onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyor, devamlı beraber bulunuyorlardı. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6, 8; Ahmed, I, 109, 112)

Hazret-i Ömer şöyle der:

“Resûlullah, Müslümanların meseleleri hakkında Ebûbekir (r.a.) ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla beraber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)

Allah Resûlü bir gün Mescid’e girmişti. Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı. Efendimiz onların ellerini tutmuş, şöyle buyuruyordu:

“Kıyâmet günü biz böyle diriltileceğiz.” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)

“EBUBEKİR (R.A.) BENDENDİR, BEN DE ONDANIM”

Hazret-i Ebûbekir, yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Resûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. Son nefesine kadar ilâhî aşk yangını içinde benliğinden geçmiş, yalnızca Allah Resûlü’nün varlığında hayat bulmuştu. Bu itibarla Resûlullah Efendimiz’le her buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Allah Resûlü’nün huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Efendimiz de bu aynîleşme ve muhabbet sebebiyle:

“Ebûbekir bendendir, ben de ondanım. Ebûbekir dünyada ve âhirette kardeşimdir.”(10) buyurmuşlar, böylece mânâ âlemindeki beraberliklerini ve kalpleri arasındaki müstesnâ irtibâtı ifâde etmişlerdir.

Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedeller karşılığında gerçekleşmiştir. Zira insan en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.

Hazret-i Ebûbekir de, Allah ve Resûlü ile dostluğun ulvî lezzetine gark olmak için; Allah ve Resûlullah muhabbetinin bütün bedellerini hiç tereddüt etmeden ödeyebilmenin gayret ve heyecanı içinde bir hayat yaşamıştır.

Nitekim bir gün Hz. Ebûbekir, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı. Buna öfkelenen müşrikler, Hz. Ebûbekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Hz. Ebûbekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hz. Ebûbekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hz. Ebûbekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğinden korkuyorlardı.

Hz. Ebûbekir, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle:

“–Resûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu. Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:

“−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Hz. Ebûbekir ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:

“−Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu. Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Resûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi. Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp:

“−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.(11)

Hz. Ebûbekir’in (r.a.) Babasının Müslüman Olması

Hz. Ebûbekir’in şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:

O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’nün huzûruna getirmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Ebûbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular. Hazret-i Ebûbekir ise:

“–Onun size gelmesi daha münâsiptir. Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.

Ebû Kuhâfe (r.a.), bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebûbekir (r.a.) duygulanıp ağlamaya başladı. Resûlullah, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi:

“–Yâ Resûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi! Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)

Hz. Ebûbekir her zaman:

“Vallâhi Resûlullah Efendimiz’in yakınlarını kollayıp gözetmek, benim için kendi yakınlarımı kollamaktan daha sevimlidir.” derdi. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 12, Meğâzî 14)

Bir defasında da Resûlullah Efendimiz:

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu. Ebûbekir (r.a.) ise bu iltifatkâr sözden âdeta bir gayrılık mânâsı çıkararak gözyaşları içinde:

 “–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Resûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)

Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etti.

NEBEVÎ ESRÂRIN EN YAKIN MAHREMİ

Hz. Ebûbekir, gönlünü, Resûlullâh Efendimiz’in kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebûbekir (r.a.), Allâh’ın âyetlerini, Resûlullah Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebûbekir, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Resûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Hz. Ebûbekir’in (r.a.) Namaz Kıldırması

Hz. Ebûbekir’in bu ince kavrayışını gösteren misallerden biri de şudur:

Allah Resûlü son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Hz. Ebûbekir’i imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..” buyurdu.

Bu sözler üzerine Hz. Ebûbekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Hazret-i Peygamber’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hz. Peygamber’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hz. Ebûbekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Resûlullah, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Hz. Peygamber olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hz. Ebûbekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda Resûlullah, hem Hz. Ebûbekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebûbekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebûbekir’i dost (halîl) edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”(12)

Açık Bırakılan Tek Kapı

Resûlullah, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebûbekir’in kapısı açık kalsın!(13) Zira ben, Ebûbekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum…(14) buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebûbekir’in (r.a.) kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Resûlü’ne husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile açılabilir.

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) İNFAKI

Ashâbın en zenginlerinden olan Hz. Ebûbekir, Allah Resûlü’nde fânî olunca, canını ve malını cömertçe O’nun yolunda fedâ etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e peygamberlik geldiğinde, Hz. Ebûbekir’in 40 bin dirhemlik bir serveti vardı. Malının büyük bir kısmını İslâm uğrunda infâk etti. Müslüman olan köleleri âzâd ediyor, mü’minlere her türlü desteği sağlıyordu. En son kalan 5 bin dirhemi de hicret esnâsında yanına alarak yola çıktı ve Medîne-i Münevvere’de Allah için infâk etmeye devam etti.(15)

Babası Ebû Kuhâfe bir gün:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar.” demişti.

Hz. Ebûbekir ise:

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım; Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum.” cevâbını verdi.(16)

Yine Hz. Ebûbekir, birçok defa servetinin tamamını Resûlullah Efendimiz’e getirip Allah yolunda kâ‘bına varılmaz bir infak örneği sergilemişti. Efendimiz’in:

“–Âilene ne bıraktın ey Ebûbekir?” suâline de:

“–Onlara Allah ve Resûlü’nü bıraktım.” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

Hz. Ebûbekir’in (r.a.) Her Şeyini Allah Yolunda Harcaması

Hâlbuki Allah Resûlü, ashâbından hiçbirinin malını tamamıyla infâk etmesine izin vermezdi. Bu hususta yalnızca Hz. Ebûbekir’i istisnâ tutar, bir tek ona müsâade buyururdu. Zira bütün malı-mülkü infâk ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zaruret içinde, nefs ve şeytanın iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması muhtemeldir. Böyle bir pişmanlık ise, yapılan hayır-hasenâtın fazîletini giderip ecrini zâyî eder. Fakat Hazret-i Sıddîk’ın rızâ, teslîmiyet, ihlâs ve takvâ zirvesindeki gönül âlemi, Allah ve Resûlü’nün muhabbetiyle perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi hâlindeydi. Bu sebeple Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları unutturmuştu. Hattâ bu zahmet ve meşakkatler onun gönlünde târifsiz bir lezzet vesîlesi hâline gelmişti.

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) İBADET AŞKI

Müşrikler, Hz. Ebûbekir’in Kâbe’de ibadet etmesine müsâade etmedikleri için, o da evinin önünde bir namazgâh edinmişti. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sahibi, yufka yürekli bir zât olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm’i böyle derin bir vecd içinde okurken müşriklerin çocukları ve kadınları, etrâfında toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl, Kureyş müşriklerini korkuttu. Buna mânî olmak için uğraştılar. Ebûbekir (r.a.) ise Allâh’ın himâyesine sığınarak ibadetlerine devam etti.(17)

Bütün Hak âşıkları gibi Ebûbekir Efendimiz’in gönlünde de bilhassa seher vakitlerinde yapılan ibadetlerin pek müstesnâ bir değeri vardı. Şu hâdise, onun gece ibadetlerine olan düşkünlüğünün, ne kadar da bâriz bir işaretidir:

Bir ara Resûlullah, sekiz veya dokuz gece, yatsı namazını gecenin üçte birine kadar tehir etmişti. Ebûbekir (r.a.):

“–Yâ Resûlâllah! Yatsıyı biraz erken kıldırsanız da gece ibadetine daha kolay kalkabilsek.” dedi. Peygamber Efendimiz bundan sonra yatsıyı erken kıldırdı. (Ahmed, V, 47)

Bir gün Resûlullah Efendimiz:

“–Allah yolunda çift sadaka veren kimse, Cennet’in muhtelif kapılarından; «Ey Allâh’ın sevgili kulu! Buraya gel, burada hayır ve bereket vardır.» diye çağrılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından Cennet’e dâvet edilirler.” buyurmuşlardı. Ebûbekir (r.a.):

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Resûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağrılmaya ihtiyacı yoktur; lâkin bu kapıların hepsinden birden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu. Resûlullah:

“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümid ederim.” buyurdular. (Buhârî, Savm 4, Ashâbu’n-Nebî 5; Müslim, Zekât 85, 86)

Yine bir gün Allah Resûlü, yanındaki sahâbîlere:

“–İçinizde bugün kim oruçludur?”

“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?”

“–Bugün kim bir yoksulu doyurdu?”

“–Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız var mı?” diye sualler sormuştu. Bunların hepsine de Ebûbekir (r.a.) müsbet cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdular:

“–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse, o mutlakâ Cennet’e girer. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Peygamberimizin Hz. Ebûbekir’e (r.a.) Öğrettiği Dua

Hz. Ebûbekir bir gün Resûlullah Efendimiz’e:

“–Yâ Resûlâllah! Bana bir duâ öğretiniz de onu namazımda okuyayım!” dedi.

Allah Resûlü de ona, “Şöyle duâ et!” buyurdular:

“–Allâh’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız Sen’sin. Öyleyse tükenmez lûtfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan, yalnız Sen’sin!” (Buhârî, Ezân 149, Deavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48)

Yine Ebûbekir Sıddîk (r.a.) bir gün Resûlullah Efendimiz’e:

“–Yâ Resûlâllah! Bana bâzı mübârek kelimeler öğretseniz de onları sabah-akşam okusam!” dedi. Allah Resûlü de:

“–«Gökleri ve yeri, görünen ve görünmeyen âlemleri yaratan Allâh’ım! Ey her şeyin Rabbi ve sahibi! Sen’den başka ilâh bulunmadığına kesinlikle şehâdet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden, onun Allâh’a şirk koşmaya dâvet etmesinden Sana sığınırım.» diye duâ et ve bunu sabahleyin, akşamleyin ve yatağa yattığın zaman söyle.” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5067; Tirmizî, Deavât, 14/3392)

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) HELÂL LOKMA HASSÂSİYETİ

Ebûbekir Sıddîk’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını ona verir, o da bundan yerdi. Yine bir gün köle, kazandığı bir şeyi getirdi. Hazret-i Ebûbekir de ondan bir lokma aldı. Bunun üzerine köle:

“–Her akşam bana kazancımın mâhiyetini sorardın, bu akşam sormadın.” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“–Çok açtım, sormayı unuttum, peki söyle bakalım nasıl kazandın?” diyerek açıklamasını istedi. Köle:

“–Falcılıktan anlamadığım hâlde câhiliye devrinde falcılık yaparak bir adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık size ikram ettiğim bu yiyeceği verdi.” deyince Hazret-i Ebûbekir, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı ve:

“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” dedi. Kendisine:

“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevâbı verdi:

“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Zira Resûlullah:

«Haramla beslenen vücudun müstahak olduğu yer, cehennemdir!» buyurdular.”(18)

Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Kim Rabbinin makâmında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” (en-Nâziât, 40-41)(19)

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) HİLAFETİ

Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer, Peygamber Efendimiz’in gözü ve kulağı mesâbesindeydiler.(20) Resûlullah onlar hakkında:

“Benden sonra Ebûbekir ve Ömer’e tâbî olunuz!” buyurmuşlardı. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3662)

Bir kadın, Peygamber Efendimiz’e gelip bir meselesini arz etmişti. Allah Resûlü de ona bâzı tavsiyelerde bulunmuş, bunları yaptıktan sonra tekrar kendisine gelmesini söylemişti. Kadın:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, geldiğimde Siz’i bulamazsam ne yapayım?” diye sordu. Bu sözüyle Efendimiz’in vefâtını kastediyordu. Resûlullah:

“–Beni bulamazsan Ebûbekir’e git!” buyurdular. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 10; Tirmizî, Menâkıb, 16/3676)

Kâsım bin Muhammed Hazretlerinin naklettiğine göre, Allah Resûlü son günlerinde Hazret-i Ayşe vâlidemize, şiddetli ağrılarından bahsederek şöyle buyurdular:

“Ebûbekir’e ve oğluna haber gönderip halîfeliği Ebûbekir’e vasiyet etmeyi düşündüm. Böylece bâzılarının halîfelik hakkındaki dedikodularını ve bu hususta arzusu olanların temennîlerini kesmek istedim. Fakat sonra; «Allah Teâlâ, halîfeliği hak etmeyen birine vermez; mü’minler de halîfeliğe lâyık olmayan birini ondan uzak tutarlar. Veya Allah Teâlâ, lâyık olmayan kişiyi hilâfetten uzaklaştırır, mü’minler de hak etmeyen kişiyi o makâma seçmezler.» diye düşünüp bundan vazgeçtim.” (Buhârî, Merdâ 16, Ahkâm 51; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 11)

Bütün bunlar, Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti hususunda tartışmaya mahal bırakmayacak derecede açık hükümler ve kat’î delillerdir.

Hz. Ebûbekir’in (r.a.) Hutbesi

Resûlullah Efendimiz vefât ettiğinde, Ensâr ve Muhâcirler, Sakîfe’de Hazret-i Ebûbekir’e bey’at ettiler. Bir gün sonra umûmî bir bey’at daha oldu ve Peygamberlerden sonra insanlığın en hayırlısı olan Hazret-i Sıddîk insanlara şöyle hitâb etti:

“Ey insanlar! En sâlihiniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz! Yanlış hareket edersem beni îkâz ediniz! Doğruluk, emin bir şahsiyet olmanın göstergesidir. Yalan ise hıyânettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim yanımda en güçlünüzdür. Güçlü olanınız da kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nazarımda en zayıfınızdır.

Bir millet Allah yolunda cihâdı terk ederse zillete dûçâr olur. İnsanlar arasında kötülük yayılırsa Allah o millete umûmî bir belâ verir. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz! Şayet Allâh’a ve Resûlü’nün emirlerine riâyette kusur gösterirsem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz. Haydi, namazımızı kılalım, Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun.”(21)

Hazret-i Ebûbekir daha sonraki bir hutbesinde de şöyle buyurdu:

“Vallâhi benim hiçbir gün ve gecede kesinlikle idâreciliğe arzu ve rağbetim olmadı! Allah Teâlâ’dan ne gizlice ne de açıktan böyle bir şey istemedim! Lâkin insanların başıboş kaldığı o ortamda fitne çıkmasından korktum. (Mes’ûliyet endişesiyle vazifeyi kabûl ettim.) Yoksa idârecilikte benim için rahat yoktur. Boynuma öyle büyük bir iş yüklendi ki, Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan onu yapacak ne gücüm var ne de imkânım! Şu anda benim yerimde, idârecilik hususunda insanların en kuvvetlisinin bulunmasını ne kadar isterdim!”

Muhâcirler Hazret-i Ebûbekir’in bu samimî sözlerini gönülden kabûllendiler. Hazret-i Ali ile Zübeyr de yeni halîfeyi takdir ederek şöyle buyurdular:

“…Hazret-i Ebûbekir, Resûlullah Efendimiz’den sonra bu işe insanların en fazla hak sahibi olanıdır. Zira o, Efendimiz’in hicret esnâsında gizlendiği mağaradaki yegâne arkadaşıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden «ikinin ikincisi» diye bahsetmiştir. Biz onun şerefini, büyüklüğünü biliyoruz. Resûlullah hayattayken ona, imamlığa geçip insanlara namaz kıldırmasını emretmiştir.”(22)

Resûlullah Efendimiz’in vefâtından bir ay sonraki bir hutbesinde ise Ebûbekir (r.a.) şöyle buyurdu:

“Arzu etmediğim hâlde hilâfet vazifesine getirildim. Vallâhi, benim yerime bir başkasının bu vazifeyi üzerine almasını ne kadar isterdim! Dikkat edin! Benden, size Resûlullah gibi davranmamı beklerseniz, buna gücüm yetmez! Zira O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vahiy ikram ettiği ve yanlışlardan mâsum kıldığı bir zât idi. Ben ise sizin gibi bir insanım, herhangi birinizden daha hayırlı da değilim. Beni murâkabe/kontrol edin, istikâmet üzere olursam bana tâbî olun, ayağım kayarsa beni düzeltin!..”(23)

Bu ifâdeler, Resûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkının Hazret-i Ebûbekir’deki akisleridir. Onun ne kadar mütevâzı ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlı bir Allah ve Resûlullah dostu olduğunun en bâriz göstergesidir.

Hz. Ebûbekir’in (r.a.) Yardımcıları

Hazret-i Ebûbekir halîfe olunca, ashâb-ı kirâmdan kendisine yardımcı olmalarını taleb etti. Ebû Ubeyde (r.a.) Beytülmâl işlerine yardımcı oldu, Hazret-i Ömer kadılık vazifesini üstlendi. Ashâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimiz’in terbiyesiyle insanlığın en fazîletli toplumu hâline gelmişti. Bu sebeple, bir sene geçerdi de iki kişi bir dâvâ için mahkemeye gelmezdi. Hazret-i Ali de Ebûbekir Efendimiz’e kâtiplik ve müşâvirlik yaptı.(24) Devamlı Halîfe’nin meclisinde bulunarak ümmet-i Muhammed’in nizam ve âsâyişini teminde ona yardımcı ve müsteşar oldu.(25)

Sahte Peygamberler Ve Ridde Olayları

Peygamber Efendimiz’in en samimî dostu, yâr-ı ğâr’ı (mağara arkadaşı), kayınpederi, veziri, müsteşarı ve ilk halîfesi olan Hazret-i Sıddîk, hilâfeti döneminde -Allâh’ın lûtfuyla- çok büyük gâilelerin üstesinden geldi. Bilhassa, Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra baş gösteren “ridde/dinden dönme” isyanlarını fevkalâde bir dirâyetle bastırdı. Böylece İslâm devletinin dağılmasını engellediği gibi, fetihlerin artarak devâmını da sağlamış oldu.

Hazret-i Sıddîk, dînin hükümlerinden hiçbir şekilde tâviz vermedi, İslâm’ın sebatkâr bir müdâfii oldu. Yine Allah Rasûlü r’in vefâtından sonra ortaya çıkan “zekât mükellefiyetini reddetme” hareketlerine karşı da büyük bir kararlılıkla mukāvemet gösterdi ve:

“–Şayet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..” dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe sebep olacak bütün kapıları kapattı. Onun bu kararlı ve cesur tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.(26)

Kur’ân-ı Kerîm de Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti döneminde; daha önce yazılı olduğu hurma yapraklarından, yassı taşlardan, ince levhalardan ve hâfızların ezberlerinden büyük bir titizlikle toplanarak aynen Allah Rasûlü’ne nâzil olduğu şekliyle bir mushaf hâlinde bir araya getirildi. Böylece dînî hususlarda çıkması muhtemel pek çok fitnenin önü alınmış oldu.

Velhâsıl Ebûbekir (r.a.) ümmet-i Muhammed’in Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ilerlemesi, birlik ve beraberlik içinde yükselmesi için fevkalâde gayret göstererek pek mühim hizmetlere imza attı. Onun sadece 2 sene 3 ay süren hilâfeti, bütün bir İslâm tarihi için, vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanı gibi feyizli ve bereketli bir dönem oldu.

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) TEVÂZUU, MERHAMETİ VE AFFEDİCİLİĞİ

Hazret-i Ebûbekir halîfeliği döneminde de, önceki mütevâzı ve zâhidâne hayatına devam etti. Daha evvel çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının değişeceğini, artık bu hizmetleri göremeyeceğini düşünmüşlerdi. Ancak değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devam etti.(27)

Cenâb-ı Hak böylesine güzel bir ahlâka sahip olan kullarını medhederek şöyle buyurur:

“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği has) kulları, yeryüzünde tevâzû ve vakar ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetim içinde ümmetime karşı en merhametli olan kişi, Ebûbekir’dir…” (Tirmizî, Menâkıb, 32/3790-3791)

Hazret-i Sıddîk, kalbindeki yumuşaklık, lûtuf, şefkat ve merhameti sebebiyle “Evvâh” lâkabıyla da anılırdı.(28)

Bir gün Resûlullah, ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebûbekir’e hakaret ederek onu üzdü. Ancak Ebûbekir (r.a.) sükût edip cevap vermedi. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebûbekir (r.a.) yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince, Hazret-i Ebûbekir ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü hemen kalkıp yürüdü. Hazret-i Ebûbekir de hemen ardından yetişerek:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?” dedi. Allah Resûlü:

“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

HEP ÂHİRETİ TERCİH ETMESİ

Hazret-i Ebûbekir şöyle buyurmuştur:

“İnsanları iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi âhireti ister. Ben ise Mevlâyı tercih ettim… İslâm’a girdiğimde beni iki amel karşıladı; dünya ameli ve âhiret ameli. Ben dâimâ âhiret amelini tercih ettim…”(29)

Ebûbekir (r.a.) dünyayı âhiretin tarlası olarak görür ve:

“Yâ İlâhî, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zâhid kıl!” diye duâ ederdi. Yani bana önce dünyayı ver, sonra onun âfetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben kendi irâde ve arzumla fakr içinde olayım, demek isterdi.(30)

Halîfeliğinden önce de sonra da aslâ dünyaya meyletmedi. Tıpkı Resûlullah gibi, bütün arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde ve dünya sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu sebepledir ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde, kendisine âit bir arazinin satılıp halîfeliği müddetince zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri ödenmesini vasiyet etti.(31)

Ölüm döşeğindeyken de kızı Hazret-i Ayşe’ye, sütünü içtikleri deveyi, içinde elbise boyadığı kabı ve giydiği kadife elbiseyi vefâtından sonra Hazret-i Ömer’e teslim etmesini vasiyet etti. Gerekçe olarak da bunlardan, müslümanların işleriyle meşgul olurken istifâde ettiğini söyledi. Âişe vâlidemiz de babasının vefâtından sonra, bunları yeni halîfe Hazret-i Ömer’e teslim etti. Bu eşyâları teslim alan Hazret-i Ömer:

“–Ebûbekir! Allâh’ın rahmeti senin üzerine olsun! Senden sonra gelenleri çok müşkül durumda bıraktın!” dedi.(32)

Hazret-i Ebûbekir şu samimî niyazda bulunurdu:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”(33)

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) VEFATI

İbn-i Ömer Hazretlerinin rivâyetine göre Hazret-i Ebûbekir’in vefâtına sebep olan şey, onun Resûlullah Efendimiz’in vefâtından duyduğu derin üzüntüdür. Hakîkaten o, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtına o kadar üzülmüştü ki, mübârek vücudu eriye eriye iyice zayıfladı ve nihâyet vefât etti.(34)

Hazret-i Ayşe şöyle anlatır:

“Vefât ettiği hastalığı esnâsında babam Ebûbekir’in yanına girdim. Bana:

«−Peygamber Efendimiz’i kaç parça bez ile kefenlediniz?» diye sordu.

«−Gömlek ile başlık olmaksızın, üç parça beyaz pamuk bez ile kefenledik.» dedim.

«−Nebî r hangi gün vefât etmişti?»

«−Pazartesi.»

«−Bugün günlerden ne?»

«−Pazartesi.»

«−Benim vefâtımın da şu an ile gece arasında olmasını ümid ediyorum!» dedi. (Akabinde:)

[«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Resûlullah’a en yakın olanıdır!» dedi. (Ahmed, I, 8)]

Sonra Hazret-i Ebûbekir, hastayken giymiş olduğu üzerindeki elbiseye baktı, elbisede biraz zâferân lekesi vardı:

«−Bu elbisemi yıkayın, iki elbise daha ilâve edin ve beni bunlarla kefenleyin!» dedi. Ben:

«−Babacığım, bu elbise eski!» dedim. Ebûbekir (r.a.):

«−Diri, yeni elbise giymeye ölüden daha lâyıktır. Ölünün giydiği kefen ise kan ve irinle kirlenecektir.» dedi.

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) MEZARI NEREDEDİR?

Hazret-i Ebûbekir (r.a.), salı akşamı (pazartesiyi salıya bağlayan akşam) vefât etti ve sabah olmadan defnedildi.” (Buhârî, Cenâiz, 94)

2 sene 3 ay 10 günden beri hasretini çektiği Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vuslatına nâil oldu. Allah ondan râzı olsun.

Resûlullah Efendimiz gibi 63 yaşında vefât etmişti. O gün tarih 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) idi.
Not: Hz. Ebubekir’in kabri şerifi Ravza-i Mutahhara’da Peygamber Efendimiz ile Hz. Ömer’in kabrinin arasında bulunmaktadır.

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) SON SÖZLERİ

Son sözleri şu âyet-i kerîmedeki niyâz olmuştu:

“…(Allâh’ım!) Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)(35)

HZ. EBUBEKİR’İN (R.A.) HİKMETLİ SÖZLERİ

“Allah rızâsı murâd edilmeyen sözde;

Allah yolunda harcanmayan malda;

Cehâleti hilmine gâlip gelen kimsede;

Allah için yapacağı bir işte, ayıplayanın ayıplamasından korkan kimsede hayır yoktur.”(36)

“Allah ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir nesep bağı yoktur. Hayırlara nâil olmak, kötülüklerden korunmak (ve Allâh’a yakınlık), ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”(37)

“Şunu iyi bil ki Cenâb-ı Hakk’ın gündüz yapılmasını istediği bir amel vardır, onu gece kabûl etmez; gece yapılmasını istediği bir amel vardır, onu da gündüz kabûl etmez!”(38)

“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”

“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”

“Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün!”

“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç sınıf da, üçer alâmetle bilinir:

Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;

Dâimâ mütevâzıdırlar.

Hayır-hasenatları ne kadar çok olsa da onu az görürler.

En küçük hatâlarını bile büyük görürler.

İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sahibi kimselerdir. Bunlar da;

Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.

Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.

Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.

Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle Rabbine ibadet eden (ârifler)dir. Bunlar da;

Sevdikleri şeyleri (Allah için) infâk ederler.

Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedefler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.

Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.”(39)

“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”

“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.”

“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”

“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:

Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen,

Günahkârların affı için Rabbine yalvaran,

Din kardeşine gıyâbında duâ eden,

Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”

“Îman sadece câmilerde (olur da hayatın bütün safhalarına aksettirilmezse), mal cimrilerde, silâh korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”

“Akıllı kimse, takvâ sahibi olan; akılsız da zâlim olandır.”

“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini vaad ettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibadete rağbet etsin ve azaptan korksun.”

“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”

“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhâfaza eder.”

“Komşunla kavga etme, herkes gider o kalır.”(40)

“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”

“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”

“Sabırda zarar; hüzün ve telâşta fayda yoktur.”

“Sabır îmânın yarısı, yakîn (şüpheden uzak, kuvvetli bir itmi’nan hâli) ise tamamıdır.”

“Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”

“Bana göre âfiyette olup şükretmek, (bir musîbetle) imtihan edilip sabretmekten daha makbûldür.”

“Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”

Hazret-i Sıddîk bir kimse kendisini medhedince şöyle derdi:

“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesâba çekme!”(41)

“Kul, dünya nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”(42)

“Övünmekten sakının! Topraktan yaratılan, yine toprağa dönecek ve kurtlar tarafından yenilecek olan insanın övünmek neyine! O, bugün canlı, yarın ölüdür.”(43)

Ebûbekir bir hutbesinde de şöyle buyurmuştur:

“Nerede herkesin hayran olduğu güzel yüzlü insanlar! Nerede gençliğine mağrur olan yiğitler! Nerede ihtişamlı şehirler kurup etrâfını yüksek surlarla çeviren hükümdarlar! Nerede harp meydanlarının mağlûbiyet tanımayan kahramanları! Zaman hepsini çürütüp yerle bir etti. Hepsi kabrin karanlıklarına gömülüp gittiler. Acele edin, acele edin! Vakit geçmeden aklınızı başınıza alın da ölüm ötesine bir an evvel hazırlanın! Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın!”(44)

“Allâh’ın, sizden önce gelip geçen kullarının hâlini tefekkür edin! Dün nerede idiler, bugün neredeler?”(45)

1)Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 8; Tirmizî, Menâkıb, 14.

2) Bkz. et-Tevbe, 40.

3) Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 3; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 2; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4338; Tirmizî, Tefsîr 22/3171, Menâkıb 15/3659; Nesâî, Cihâd 1.

4) Bkz. Ahmed, IV, 58; Hâkim, II, 188/2718.

5) Bkz. İbn-i Sa‘d, III, 188; Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, s. 115-118.

6) Ebû Nuaym, Ma‘rifetü’s-Sahâbe, I, 264.

7) Bkz. İbn-i Sa‘d, III, 172.

8) Bkz. Hâkim, III, 7/4268; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223; Ali el-Kārî, Mirkāt, X, 381-382/6034; Ebû Nuaym, Hilye, I, 33.

9) et-Tevbe, 40.

10) Tirmizî, Menâkıb, 20.

11) Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 326; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 81.

12) Burada zikredilen “dostluk” mefhumu, kulun yalnızca Rabbine hasretmesi gereken kalbî yakınlık ve muhabbet hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfte, insanlara gösterilecek muhabbeti, âdeta ilâhî muhabbet derecesine vardırmanın yanlışlığı ve bunun yerine “İslâm kardeşliğinin muhabbet ölçüleri” içinde kalmanın lüzûmu ifâde edilmiş olmaktadır.

13) Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15.

14) İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el-Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250.

15) İbn-i Sa‘d, III, 172; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 39.

16) İbn-i Hişâm, I, 341; Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXX, 279 [el-Leyl, 5-7]; Süyûtî, Lübâbu’n-Nuk¯ul, s. 257-258.

17) Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396.

18) Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Ebû Nuaym, Hilye, I, 31; Ahmed b. Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 140-141.

19) Kurtubî, XIX, 135.

20) Tirmizî, Menâkıb, 16/3671.

21) İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181.

22) Hâkim, III, 70/4422; Beyhakî, Kübrâ, VIII, 152.

23) İbn-i Sa‘d, III, 212; Ahmed, I, 13; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 71.

24) Bkz. Taberî, Târîh, Beyrut 1387, III, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1417, II, 263.

25) Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, I, 328.

26) Ali el-Kārî, Mirkāt, X, 381-383/6034.

27) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80.

28) İbn-i Sa‘d, III, 171.

29) Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, a.g.e, s. 121.

30) Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, s. 32, İstanbul 2005, Erkam Yayınları.

31) İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429.

32) Ahmed, ez-Zühd, s. 110-111; İbn-i Sa‘d, III, 192-194; Süyûtî, Tarîhu’l-Hulefâ, s. 78-79.

33) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103.

34) Hâkim, III, 66/4410; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 81.

35) Kevserî, İrğâmu’l-Merîd, s. 23.

36) Ebû Nuaym, Hilye, I, 36.

37) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 101.

38) Ebû Nuaym, Hilye, I, 36.

39) İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95.

40) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 100.

41) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.

42) Ebû Nuaym, Hilye, I, 37; Hânî, el-Hadâik, s. 288.

43) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 101.

44) Beyhakî, Şuab, VII, 364/10595; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 102.

45) Ebû Nuaym, Hilye, I, 35-36.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları