Hz. Ali’nin kılıcı (Zülfikar Kılıcı)


HZ. ALİ (R.A.) KİMDİR?


Hz. Ali (r.a.) ne zaman ve nerede doğdu? Hz. Ali (r.a.) Peygamberimizin nesi oluyor? Hz. Ali (r.a.) nasıl Müslüman oldu? Hz. Ali’nin (r.a.) eşi kimdir ve çocukları kimlerdir? Hz. Ali’nin (r.a.) özellikleri ve faziletleri nelerdir? Hz. Ali (r.a.) dönemi hadiseleri nelerdir? Hz. Ali’nin (r.a.) vefatı / şehadeti nasıl oldu? Hz. Ali’nin (r.a.) kabri / mezarı nerede? Allah’ın arslanı, dört halife döneminin son halifesi: Hz. Ali’nin (r.a.) hayatı…

Hz. Ali -kerremallahu veche- İslam Devleti’nin 656-661 yılları arasında halifeliğini yaptı. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- hem damadı hem de amcası Ebu Talib’in oğlu olan Hz. Ali -kerremallahu veche- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin İslam’a davetini kabul eden ilk erkektir.

KABE’NİN İÇİNDE DOĞAN İLK VE TEK İNSAN

Hz. Ali -kerremallahu veche- Hicret’ten yaklaşık 22 sene önce milâdî 600 yılında Mekke-i Mükerreme’de doğmuştur. Kabe’nin içinde doğduğu nakledilir.(1)

HZ. ALİ’NİN (R.A.) AİLESİ

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in amcasının oğlu, damadı ve dördüncü halifesidir. Babası Ebû Tâlib, annesi Fâtıma Bint-i Esed -radıyallahu anh- dedesi Abdulmuttalip’tir. Künyeleri Ebü’l-Hasan ve Ebû Türâb, lâkabı Haydar, ünvanı Emîru’l-Mü’minîn’dir. “el-Murtezâ: Kendisinden râzı olunan, Allah’ın rızâsını kazanmış” ve “Esedü’llahi’l-ğâlib: Allah’ın her zaman gâlip gelen kuvvetli arslanı” gibi lakapları da vardı.

KERREMALLAHU VECHEH NE DEMEK?

Çocukluğunda hiç puta tapmadığı için daha sonraları كَرَّمَ اللّٰهُ وَجْهَهُ Kerremallahu vecheh: Allah yüzünü mükerrem kılsın, şereflendirsin!” duâsıyla anılmıştır. Sahabe arasında bu şekilde yâd edilen tek kişidir.

HZ. ALİ’NİN (R.A.) LAKAPLARI

Tasavvuf erbâbı, Hz. Ali’ye -kerremallahu veche- “Şâh-ı Velâyet” ve “Sultânü’l-Evliyâ” lâkaplarını uygun görmüşlerdir.

Abdulmuttalip, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, 8 yaşındayken vefât ettiğinde, Hz. Ali’nin -kerremallahu veche- annesi Fâtıma Hatun -radıyallahu anh- Efendimiz’e mürebbîlik ve annelik yapmıştır. Kendi çocukları aç dururken Peygamberimiz’in karnını doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dururken, o önce Peygamberimizin saçını başını tarar, gülyağıyla yağlardı.

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha sonraki hayatında bu mübarek hanımı sık sık ziyaret ederdi. Fâtıma Hâtun -radıyallahu anh- fazilet sâhibi, sâlih ameller işleyen sâlihâ bir İslâm hanımı idi. Hicrî 4. senede Medine’de vefat etti.

İLK MÜSLÜMAN ERKEK

Hz. Ali -kerremallahu veche- Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, amcasının yükünü hafifletmek için Hz. Ali’yi -kerremallahu veche- himayesine aldı ve yetiştirdi. Böylece Hz. Ali -kerremallahu veche- Beytullâh’ta doğmuş, Beytü Resûlullâh’ta yetişmiş oldu. 10 yaşlarındayken İslâm ile şereflendi. Hz. Hatice’den -radıyallahu anh- sonra İslâm’a girmiş, “ilk Müslüman olan erkek” vasfını kazanmıştır.

Hz. Ali -kerremallahu veche- Mekke ve Medîne devirlerinde her an Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında oldu. Hicret esnâsında Peygamberimizin yatağında uyuyarak müşrikleri oyaladı ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e zaman kazandırdı. Allah Rasûlü’nün bıraktığı emânetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Kuba’da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yetişti.

PEYGAMBERİMİZİN KARDEŞİ

Hicret’in 5. ayında gerçekleştirilen Muâhât/Kardeşlik akdinde Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hz. Ali’yi -kerremallahu veche- kendisine kardeş olarak seçti. O bu iltifat ve lutuf karşısında son derece duygulandı ve:

“–Ben Allah’ın kulu, Resûlullah’ın da kardeşiyim” diyerek sevinç gözyaşları döktü.

HZ. ALİ’NİN (R.A.) HZ. FATIMA (R.A.) İLE EVLENMESİ

Hz. Ali -kerremallahu veche- hicrî 2. senenin son ayında Hz. Fâtıma -radıyallahu anh- ile evlendi. Ona son derece sevgi ve saygı duyardı. Hatta kendi annesi Hz. Fâtıma’ya -radıyallahu anh- hanımı Hz. Fâtıma’ya -radıyallahu anh- hürmet göstermesini ve ona kesinlikle ev dışı hizmetleri gördürmemesini tavsiye ederdi. (İbn-i Abdilber, el-İstîâb, IV, 374)

ALLAH’IN ARSLANI

Hz. Ali -kerremallahu veche- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in devamlı yanında bulundu ve bütün cihat hareketlerine katıldı. Uhud’da ve Huneyn’de muhtelif yerlerinden yara aldı. Bedir’de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı, hâkim noktaları tesbit ederek Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e bildirdi. Bu mevkîleri işgal ederek Bedir’de mühim bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı.

Bedir Gazâsı’nın başlamasından önce, Kureyşliler ile teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu dövüşte, hasmı Velid bin Muğire’yi kılıcı ile öldürdüğü gibi zor durumda kalan Hz. Ubeyde’nin yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. 25 yaşlarında bir delikanlı olarak büyük kahramanlıklar gösterdi. Allah Resûlü’nün arzusu üzerine, Bedir’de yapılan havuzdan bir kırba ile Ashâb-ı Kirâma su taşıdı. Burada kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı ile Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan, bir de deve verildi.

HZ. ALİ’NİN (R.A.) ÇOCUKLARI

Hicrî 3. sene Ramazan’ının ortasında oğlu Hz. Hasan -radıyallahu anh- doğdu. 4. sene Şaban ayının 5’inde de Hz. Hüseyin -radıyallahu anh- doğdu. Daha sonra Muhassin -radıyallahu anh- isminde bir oğlu ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm -radıyallahu anh- isminde kızları oldu.

ZÜLFİKAR NE DEMEK?

Hz. Ali’nin -kerremallahu veche- “Zülfikâr” ismi verilen meşhur bir kılıcı vardı. Ucu iki çatallı olan bu kılıcı, Uhud’da gösterdiği üstün kahramanlık, cesâret ve fedâkarlık sebebiyle Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hediye etmişti. Münebbih bin Haccâc’a âit olan Zülfikâr, Bedir’de ganimet olarak alınmıştı.(2)

Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Hz. Ali’yi -kerremallahu veche- bazen Medîne’de yerine vekil bırakmış, bazen de kumandanlık, sancaktarlık, kadılık gibi vazifelerle muhtelif yerlere göndermiştir.

İLMİN KAPISI

Hz. Ali -kerremallahu veche- ilk üç hâlife döneminde ne bir idârî vazîfe aldı, ne de yapılan savaşlara katıldı. Sadece Hz. Ömer’in -radıyallahu anh- Filistin ve Suriye seyahati esnâsında Medine’de askerî vâli olarak kaldı. Medine’de ikâmet edip dînî ilimlerle meşgul olmayı diğer vazifelere tercih etti. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilmi sebebiyle hem Hz. Ebûbekir hem de Hz. Ömer -radıyallahu anh- bilhassa fıkhî mes’elelerde ona mürâcaat etmişlerdir.

Hz. Ömer -radıyallahu anh- devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip âdeta İslâm devletinin fahrî baş kadısı olarak vazife yaptı. Hz. Ömer’in -radıyallahu anh- şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle vazifelendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman’ın -radıyallahu anh- hilâfeti döneminde idarî tavrından pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikâyetleri hep bacanağı Hz. Osman’a -radıyallahu anh- bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman’ı -radıyallahu anh- muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti. İsyancıları, teşebbüs ettikleri işten vazgeçirmek için ciddî îkaz ve nasihatlarda bulundu, ancak onların halifenin evini kuşatmalarına mâni olamadı. Hâdise ciddî boyutlara ulaştığında ise evlatları Hz. Hasan ile Hüseyin’i -radıyallahu anh- halifenin evinin önüne nöbetçi olarak gönderdi.

Hz. Osman’ın -radıyallahu anh- şehâdetinden sonra hilâfeti Hz. Ali’ye -kerremallahu veche- teklif ettiklerinde, o bu teklifi Talha ve Zübeyr’e -radıyallahu anh- yöneltti. Çok ısrar edilmesi üzerine beyatı kabul etti.

Dipnotlar:

1) Hâkim, Müstedrek, III, 550/6044.

2) İbn-i Sa’d, I, 485.

3) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 535/37763.

4) Bu hususta Müslümanların sergilediği şaşırtıcı misaller için bkz. Prof. Dr. Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, Hz. Ali, trc. Şerafettin Şenaslan, İstanbul 2008, s. 632-635.

Kabenin İçinde Dünyaya Gelen Ehl-i Beyt

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, kimseye nasîb olmamış bir mazhariyetle, Kâbe-i Muazzama içinde dünyaya geldi. Ailesi kalabalık olduğundan, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-onu himâyesine aldı. Beş yaşından itibâren Peygamber Efendimiz’in terbiyesi altında yetişti. Bu yüzden câhiliye döneminin kötü âdetleri ona hiç bulaşmadı. Çocuklardan ilk îmân eden kimse oldu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine risâlet vazîfesi verildikten sonra, her sene hac için Mekke civârındaki panayırlarda toplanan kabîlelere İslâm’ı tebliğ etmeye gider, Hazret-i Ali’yi veya Hazret-i Ebû Bekir’i de yanında götürürdü. Hazret-i Ali’yi geride bıraktıkları zaman, o da tenhâ kalan Kâbe’ye gider, oradaki putlardan birkaçını kırıp dönerdi.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN DAMADI

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in hicreti esnâsında da pek mühim hizmetler gördü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ın müşrikler tarafından kuşatılmış bulunan hâne-i saâdetlerinde, suikastçilere hedef şaşırtmak için Efendimiz’in yeşil hırkasına bürünüp yatağına korkusuzca uzandı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Mekkelilerin, Peygamber Efendimiz’e bıraktıkları emânetleri sâhiplerine teslim ettikten sonra, hasretle Medîne istikâmetinde yola çıktı. Gece yürüyüp gündüz dinlenmek sûretiyle meşakkatli bir yolculuğun ardından; yürümekten şişen ayaklarından kan damlar vaziyette, Medîne’de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’a kavuştu.

Hicretin ikinci senesi, Allâh’ın emri üzerine Fâtıma vâlidemizle izdivaç şerefine nâil oldu. Böylece Peygamber Efendimiz’in muhterem dâmâdı ve “Ehl-i Beyt”i olma bahtiyarlığına erdi. Turuk-ı Aliyye’den on bir mübârek zâtın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e nisbeti, onun vesîlesiyle hâsıl oldu. Zevce-i muhteremeleri Fâtıma vâlidemizle zâhidâne yaşayışları, ferâgat ve fedâkârlıkları, dâsitânî bir ufka ulaştı. Bu bakımdan Ehl-i Beyt, İslâm tasavvufunda güzîde isimler hâline geldi.

CÖMERTLERİN SULTANI

Cömertlerin Sultânı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- nebevî terbiye neticesinde, hiçbir zaman dünyaya meyletmedi. Bu yüzden hayatı, İslâm kardeşliğinin ve diğergâmlığının misli görülmemiş tezâhürlerine sahne oldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allah, bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” buyurmuştu. (Süyûtî, II, 4/3924)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da bu nebevî müjdeye nâil olabilme heyecanı içinde şöyle buyurmuştu: “İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir.

Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.”

Bu yüce ahlâkın fiilî misallerinden birkaçı şöyledir: Birgün Hazret-i Ali, zevce-i muhteremesi Fâtımatü’z-Zehrâ’ya: “–Çok acıktım, evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma, evde yiyecek bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçelerinin olduğunu söyledi. Hazret-i Ali bu altı akçeyle yiyecek almak üzere çarşının yolunu tuttu. Yolda giderken birinin, bir müslümanın yakasına yapışmış: “–Ya hakkımı ver ya da yürü mahkemeye gidelim!” dediğini duydu. Borçlu adam biraz mühlet istiyorsa da alacaklı müsâade etmiyordu. Adamların çekişmelerini gören

Hazret-i Ali: “–Münâkaşanız kaç para içindir?” diye sordu. “–Altı akçe için.” cevâbını alınca, kendisinin de muhtaç olduğu o altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Ardından Hazret-i Fâtıma’ya ne cevap vereceğini düşünmeye başladı. Sonunda; «Nasıl olsa Fâtıma, kadınların seyyidesi, Rasûlullâh’ın kızıdır, anlayış gösterir.» diyerek evine döndü.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- yaptığı îsârı Fâtıma vâlidemize anlattı. O da:

“–Çok iyi yapmışsın, el-hamdü lillâh, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kâfîdir.” buyurdu. Fakat biraz da mahzun oldu.

Hazret-i Ali, onun üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da açlıktan ağladığını görünce gönlünde bir kırıklık hissederek dışarı çıktı. «Bâri Rasûlullâh’a gideyim de O’nun mübârek yüzünü seyrederek üzüntümü unutayım.» diye düşündü. Bu düşünceyle yürürken, elinde besili bir deve olan bir kimseye rastladı.

O şahıs Hazret-i Ali’ye: “–Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali parasının olmadığını söylediyse de adam veresiye olarak deveyi yüz akçeye sattı. Hazret-i Ali, elinde deve ile biraz uzaklaşmıştı ki, yolda rastladığı başka bir adam: “–Bu deveyi bana üç yüz akçeye satar mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali kabul etti ve deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca da çarşıdan yiyecek bir şeyler alıp evine götürdü. Hazret-i Fâtıma’ya, olup biteni anlattı. Yemeklerini yiyip Allâh’a hamd ü senâlar ettiler.

CEBRAİL VE İSRAFİL ALEYHİSSELÂM İLE ALIŞVERİŞ

Daha sonra Hazret-i Ali, evinden çıkıp Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın biliyor musun?” buyurunca:

“–Allah ve Rasulü bilir.” dedi.

Peygamber Efendimiz: “–Sana deveyi satan, Cebrâil -aleyhisselâm-; satın alan da İsrâfil -aleyhisselâm- idi. Deve de cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyada bire elli verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki: “Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler.”

CÖMERTLERİN SULTANI

İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11)

İşte bu güzel ahlâkından dolayı Hazret-i Ali hakkında Rasûl-i Ekrem Efendimiz;“Sultânü’l-Eshıyâ” yâni “Cömertlerin Sultânı” buyurmuştur. Hazret-i Ali, ashâb-ı kirâm içinde fedâkârlık ve îsârı, engin ilim ve irfânı, isâbetli kararları kadar, cesâret ve yiğitliğiyle de temâyüz etmişti.

Allâh’ın Gâlip Arslanı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bütün gazvelere katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Yalnız Tebük Gazvesi’ne iştirâk edemedi. Zîrâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu, Medîne’deki müslümanların ve Ehl-i Beyt’in muhâfazasına nezâret etmek üzere geride bırakmıştı. Hattâ cesâret ve şecaati herkesçe mâlum olan o yiğit sahâbî: “–Yâ Rasûlallah! Beni kadınların ve çocukların başına mı bırakıyorsunuz?” deyince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Yâ Ali! Mûsâ’ya göre Hârun ne ise, sen de bana osun! Ancak benden sonra peygamber yoktur.” buyurarak onu taltif ve tesellî etmişti.

HZ. ALİ’NİN BAZI HİKMETLİ SÖZLERİ

“Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”

“Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta, kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır yoktur.”

“İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdır.”

“Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin yeridir.”

“Âlimlere; «Niçin öğretmediniz?» sorusu sorulmadan câhillere; «Niçin öğrenmediniz?» sorusu sorulmayacaktır.”

“Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateşten korkan, şehvetlerden sakınır. Öleceğine inananın, nefsânî ve şehvânî lezzetleri yıkılır. Dünyayı bilene, musîbetler zâhir olur.”

“Namus, güzelliğin sadakasıdır.”

“Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin meyvesidir.”

“Aklı tam olanın, sözü az olur.”

“Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.”

“Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.”

“Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme, çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine onlarla cevap verir.”

“Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”

“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.”

“Eğrinin gölgesi de eğri olur.”

“Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.”

“Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti, sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.”

HZ. ALİ (R.A.) DÖNEMİ

Ancak onun devri, Allah’ın bir takdiri olarak son derece karışık geçti. Hilâfete geldiğinde hâlledilmesi gereken birçok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffîn gibi iç çatışmaları doğurdu. Hz. Ali -kerremallahu veche- İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları gidermek için büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.

Bu karışıklıklar esnâsında ikiye ayrılan ashâbın birbirine bakışı ise son derece insaflıydı. Onlar birbirlerine; “Bunlar bize karşı taşkınlık eden kardeşlerimizdir.” diyorlardı.(3) Her şeye rağmen yine de birbirlerine kardeş gözüyle bakabiliyorlardı.(4)

HZ. ALİ (R.A.) NASIL VEFAT ETTİ?

Hz. Ali -kerremallahu veche- Kûfe’de 661 yılında bir Hâricî olan Abdurrahman bin Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın tesiriyle iki gün sonra 26 veya 28 Ocak 661’de şehit oldu. Bugün Necef diye bilinen Kûfe’ye defnedildi.