Sevr Mağarası (Cebel-i Sevr)
SEVR MAĞARASI’NDA NELER YAŞANDI ?
Evinden çıktıktan sonra Hazret-i Ebû Bekr’in hânesine gelen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kabûl etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmete numûne olacağı için bu defâ sünnetullâh îcâbı tedbirli hareket etti. Hazret-i Ebû Bekir’le berâber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.
Yine ince bir tedbîr olarak Medîne’nin aksi istikâmetine doğru yola revân oldular.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Rasûlü onun bu hareketini fark edince:
“−Ey Ebû Bekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“−Yâ Rasûlallâh! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:
“−Yâ Rasûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerât deliklerini kapattıktan sonra:
“−Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223)
Bu sırada müşrikler, Ebû Cehl’in başkanlığında Hazret-i Ebû Bekr’in evine gelmişler, kızı Esmâ’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevâbını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.
Varlık Nûru ve O’nun Yâr-ı Gâr’ı mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medîne yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zâten Allâh’ın lutf u inâyeti onların üzerindeydi ve kul tedbîrinin tükendiği yerde ilâhî nusret devreye giriyordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri tâkib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allâh Teâlâ’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti!
Müşrikler, Âlemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.
Bu iki azîz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teâlâ idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi. Şâir Ârif Nihat Asya’nın dediği gibi:
Örümcek ne havada, Ne suda, ne yerdeydi…
Hakk’ı göremeyen Gözlerdeydi!
Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- nâzik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için…
Zîrâ müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:
“–Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu” diyorlardı.
Bâzıları:
“−Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:
“−Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallâhi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine âittir!” dedi.
Ebû Cehil ise:
“−Vallâhi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.
Bu esnâda endişeye kapılan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hazret-i Ebû Bekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:
“–Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Yâr-ı Gâr’ına:
“–Ey Ebû Bekir, korkma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
اِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِىَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِى الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا فَاَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِىَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allâh O’na yardım etmişti. Arkadaşına «Üzülme, Allâh bizimle berâberdir!» diyordu; Allâh da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarını görüyordum:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü, onlar ayaklarının aşağısına bir bakacak olsa bizi mutlakâ görürler!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Ey Ebû Bekir! Üçüncüleri Allâh olan iki kişi hakkında ne endişeleniyorsun?» buyurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 2, Menâkıb, 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)
***
Mekke’deki on üç yıllık teblîğ ve irşâd mücâhedesinden sonra, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ikinci bir mağara olarak gösterilen Sevr, Hirâ’dan farklı bir mânevî tedrîs mekânı idi. Orası, ilâhî esrâr ve kudret akışlarını müşâhede etmek, insan ve kâinât kitâbındaki hikmetleri okumak içindi. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dersânesi idi.
Buradaki misâfirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en üstün ve kıymetlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- idi. Hazret-i Ebû Bekir, O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapma şeref, izzet ve fazîletine ermiş, “ikinin ikincisi” olmuştu. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına:
لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا
“…Mahzûn olma; Allâh bizimle berâberdir!..” (et-Tevbe, 40) buyurmakla, aynı zamanda Allâh ile berâber olma (maiyyet) sırrını telkîn ediyordu. Bu, gizli zikir tâlîminin ilk başlangıcı ve gönüllerin Allâh’a açılarak itmi’nâna ermesiydi.
Yâni Sevr Mağarası, kulu sonsuz esrâr fezâsından, vâsıl-ı ilallâh kılacak temel kalbî eğitimin başlangıç mekânı ve bu ilâhî yolculuğun ilk merhalesi olmuştur.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nûr menbaı olan kalp âlemindeki esrârı ümmetine fâş etmesi, ilk defâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile bu mağarada başlamış, kıyâmete kadar devâm edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur.
Îman, gücünü Hazret-i Peygamber’e muhabbetten almıştır. Bütün ulvî yolculukların temel sâikı, O’na olan muhabbettir ve Hakk’a vuslatın yegâne yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır. Çünkü sevginin şartı, aşkın kânunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Muhabbetin taze tutulması da mânevî râbıta ile mümkündür. İlâhî muhabbeti, ham ve sığ bir idrâk ile kavrayabilmek mümkün değildir.
Hazret-i Ebû Bekr’in Peygamber Efendimiz’le kalbî râbıtasını ifâde eden şu hâdisenin, her gönle kendi ufku ve istîdâdı ölçüsünde bir tesir bırakacağı kanaatindeyiz:
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile her sohbetinde apayrı bir zevk ve lezzetle mütelezziz olurlar, esrâr-ı nübüvvetin en samîmî mahremi olduklarından, müstesnâ tecellîlere nâil olarak yanlarında iken bile Allâh Rasûlü’ne hasret içinde kalırlardı.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“−Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifâdesi karşısında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde:
“−Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu göstermiştir. (Bu mânevî makâm, tasavvufta “Fenâ fi’r-Rasûl” olarak ifâde edilmektedir.)
***
Sevr Mağarası’nda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ara mübârek başlarını Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın dizlerine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mağarada kendilerine çok yakın bir yerde küçük bir delik gördü. Herhangi bir zararlı haşerâtın çıkıp da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i incitmemesi için hemen ayağını Allâh Rasûlü’nü uyandırmadan o deliğin üzerine koydu.
İmtihân-ı ilâhî, gerçekten bir müddet sonra düşüncesinde haklı çıktı. Zîrâ bir yılan, Hazret-i Ebû Bekr’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahâbînin canı o kadar yandı ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden düşen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu damlalardan bir tanesi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübâreklerine düştü. Bunun üzerine uyanan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ne var yâ Ebâ Bekir? Ne oldu?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Bir şey yok yâ Rasûlallâh!” dediyse de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ısrârı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı. (Beyhakî, Delâil, II, 477; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen mübârek tükrüklerini yılanın ısırdığı yere parmaklarıyla sürdüler. Allâh’ın lutfuyla daha o anda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın acı ve ıztırâbı dindi, yarası şifâ buldu.
Zayıf bir rivâyete göre bu hâdise dolayısıyla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yılana sordu:
“–Bu işi niçin yaptın?”
Yılan da şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben yıllardır Sizi görmenin hasreti ile şu küçük delikte bekler dururdum. Tam arzuma nâil olacağım sırada, Sizi görebilme yolumun kapanmış olduğunu gördüm. Ancak muhabbetimin galebesine dayanamayarak onu kapatanı engellemek için ısırmak zorunda kaldım.”
Bu vesîleyle şâir Fuzûlî, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in maddî ve mânevî şifâ menbaı olduğunu ve O’na dost olanların bundan müstefîd olacağını beyân etmek üzere şöyle der:
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât,
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su…
(Eğer Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dostu olan kimse, yılan zehri içse, o zehir, kendisi için bir hayat suyu olur. Ancak O Peygamberler Sultânı’na hasım olan kimse, su bile içse, o su kendisine bir yılan zehiri kesilir.)
Bu hakîkati aksettiren diğer bir misâl de Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfetinde vukû bulmuştur. Şöyle ki:
Rivâyete göre Bizans imparatoru, bir iyi niyet nişânesi olarak Hazret-i Ömer’e düşmanlarını bertaraf etmekte faydalı olabilecek çok kuvvetli bir zehir gönderir. Hayatları Rum entrikalarıyla geçen Bizans imparatorları için çok tabiî olan bu işe, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iltifat etmez. Onu getiren elçinin önünde zehir şişesini ellerine alır ve sâdece bir besmele çekerek olduğu gibi içer. Zehrin hiçbir tesiri görülmez.
Bu hâdiseler, yâni Allâh’ın izni ile zehrin zararından mahfûz olabilmek, ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalp âleminden nasîb alarak O’nunla aynîleşmiş müstesnâ kullara âit bir keyfiyettir.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfeliği zamânında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebû Bekr’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince:
“−Vallâhi, Ebû Bekr’in o gecesi, Ömer’in bütün hânedânından daha hayırlıdır! Yine Ebû Bekr’in o günü, Ömer’in bütün hanedânından daha hayırlıdır! Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebû Bekir O’nun yanında idi.” demiştir. (Hâkim, III, 7/4268)
***
Sevr Mağarası’nda misâfir kaldıkları zaman zarfında Hazret-i Ebû Bekr’in kızı Esmâ yemek getirir; oğlu Abdullâh ise babasının emri üzerine her gece mağarada onların yanında geceler, seher vakti yanlarından ayrılır, sanki Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş müşrikleriyle sabahlardı. Son derece zekî ve kâbiliyetli bir genç olan Abdullâh, gündüz de Kureyş müşriklerinin arasında bulunur, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen şeyleri dinler, kurulan hîle ve tuzakları Varlık Nûru’na haber verirdi.
Hazret-i Ebû Bekr’in âzatlısı Âmir bin Füheyre de Ebû Bekr’e âit davarları, Mekkelilerin çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise davarlarının yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, davarlarıyla birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Peygamberimiz ve azîz dostu, ihtiyaçları olan sütü bu koyunları sağarak alırlardı. Sabahleyin erkenden Mekke’ye dönen Abdullâh’ın ayak izlerini de davarların izleriyle siler, belirsiz hâle getirirdi.
Üç gündür Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kesmişlerdi. Abdullâh’tan, müşriklerin ümîdinin tükendiğini haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü O, Mekke-i Mükerremeʼyi çok seviyordu. Nitekim bir defâsında Hazvere bölgesinde durup Kâbe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitâben şöyle buyurmuştu:
“Vallâhi sen, Allâh katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)
Yine bir defâsında Mekkeʼye hitâben:
“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şâyet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb, 68/3926)
Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilâhî ile tesellî geldi:
اِنَّ الَّذِى فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْاَنَ لَرَادُّكَ اِلَى مَعَادٍ
“Sana Kur’ân’ı (okumayı, teblîğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allâh) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (el-Kasas, 85)
Bu ifâdeler, geri dönüşü müjdeliyor, aynı zamanda Mekke fethinin ilk alâmeti olarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönlündeki kederi sürûra inkılâb ettiriyordu.
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul
Allahu teale o Hicret Ruhunu bizlerede nasib etsin.