ORUÇ, FITIR SADAKASI (FİTRE) VE ZEKAT NE ZAMAN FARZ KILINDI?
Oruç ne zaman faz kılındı? Orucun fazileti nedir? Orucun maddi-manevi faydaları nelerdir? Fıtır sadakası ne zaman farz kılındı? Zekat ne zaman farz kılındı? Zekat kimlere verilir, verilmez? Zekat vermeyenlerin hükmü nedir? İslam’da oruç, fıtır sadakası (fitre) ve zekatın farz kılınması…
Yapılan harplerle bir taraftan siyâsî bünyesini sağlama alan İslâm, diğer taraftan da kendine has rûhânî hayâtını tedrîcî olarak tekâmül ettirmekteydi. Bu cümleden olarak “Ramazan orucu” mü’minlere farz kılındı. Oruç, Sevgili Peygamberimiz’in Medîne’ye hicretinin on sekizinci ayında, kıblenin Kâbe’ye çevrilmesinden sonra, Şaban ayı içinde emredildi.
ORUCUN FARZ KILINDIĞI AYET
Cenâb-ı Hak, Ramazan orucunu farz kıldığını şu âyet-i kerîme ile bildirdi:
“Ey îmân edenler! Oruç, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (el-Bakara, 183) Resûlullâh de şöyle buyurmuştur:
“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îman 1, 2; Tefsîr 2/30; Müslim, Îman 19-22)
Orucun Fazileti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orucun fazîletini şu hadîs-i şerîflerinde ne güzel ifâde buyurmaktadır:
“Azîz ve Celîl olan Allâh:
«İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç ise Ben’im içindir, (bu yüzden onun) mükâfâtını da Ben vereceğim.» buyurmuştur.
Oruç kalkandır. Sizden biri oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şâyet biri kendisine söver ya da çatarsa:
«Ben oruçluyum.» desin.
Muhammed’in canı kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allâh katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç ânı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevâbıyla Rabbine kavuştuğu andır.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)
“İnsanın her ameline kat kat sevap verilir. Bir iyilik, on mislinden yedi yüz misline kadar katlanır. Allâh Teâlâ:
«Fakat oruç başka. O, Ben’im içindir, mükâfâtını da Ben veririm. (Zîrâ) oruçlu, şehvetini ve yemesini Ben’im için bırakır.» buyurmuştur.” (Müslim, Sıyâm, 164)
“Allâh yolunda çift sadaka veren (devamlı infâk eden) kimse, cennetin muhtelif kapılarından:
«Ey Allâh’ın (sevgili) kulu! Burada hayır ve bereket vardır.» diye çağırılır.
Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihâd kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından (cennete girmeye) dâvet edilirler.” Ebûbekir (r.a.):
“–Anam babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Resûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağırılmaya ihtiyâcı yoktur ama, bu kapıların hepsinden çağrılacak kimseler de var mıdır?” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümîd ederim.” buyurdu. (Buhârî, Savm 4, Cihâd 37; Müslim, Zekât 85, 86)
Orucun Maddi-Manevi Faydaları
Oruç, nâil olduğumuz sayısız nîmetlerin kadrini bildiren, o nîmetleri lutfeden Allâh’a karşı şükran hisleri uyandıran, nefsânî arzu ve temâyülleri bertarâf eden, gönlü maddenin esâretinden kurtarıp “sabır” denilen en yüksek ahlâkî meziyete eriştiren bir ibâdettir. Oruç, yoksulların ve çâresizlerin hâlini anlama şuûru verdiği gibi, kalbi merhamet duygularıyla da doldurur. Nitekim hazîneler emrine verilmiş olmasına rağmen Yûsuf -aleyhisselâm-, fakirlerin hâlinden gâfil kalmamak için kıtlık döneminde hiçbir zaman doyasıya yememiştir. (Bursevî, IV, 284)
Bütün bu hikmetleriyle oruç, sosyal hayattaki kin, haset, kıskançlık gibi toplumu huzursuzluğa boğan menfîlikleri bertarâf etmekte en müessir bir ilâhî emirdir. Fânî lezzetlerden vazgeçip bâkî lezzetlere nâil olmanın sırrına, Hak Teâlâ’nın emir buyurduğu oruç nîmeti ile kavuşulur. Bu ibâdet, nefsin; yemek, içmek ve şehvetten yana, bitmek tükenmek bilmeyen arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyan bir kalkandır.
Gündüzleri oruçla ihyâ edilen Ramazan ayının gecelerini de terâvîh namazı ile bereketlendirmek, Varlık Nûru Efendimiz’in sünnetidir. Zîrâ O, bir hadîs-i şerîflerinde:
“Allâh Teâlâ Ramazan’da orucu farz kıldı, ben de (terâvîh) namazını sünnet kıldım.” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Salât, 173)
Ramazan’dan en güzel şekilde istifâde edebilmek için; gündüzleri oruç tutmanın yanında, geceleri de ibâdetlerle ihyâ etmek, her türlü mâlâyânîden sakınarak duâ ve zikir ile dilimizi, istiğfâr ve gözyaşı ile de kalbimizi yıkamak gerekir. Son on günde îtikâfa girmek ise mühim bir sünnet-i seniyyedir. Ramazan gecelerinin ihyâsı, rahmet ve mağfirete vesîle olur. Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kim, inanarak ve sevâbını Allâh’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvîh, 46) Hazret-i Ayşe vâlidemiz şöyle buyurur:
“Allâh Resûlü, Ramazan ayında bir gece mescidde nâfile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona uyarak namaz kıldı. Sabah olunca ashâb:
«−Resûlullâh geceleyin mescidde namaz kıldı.» diye konuştular.
Nebiyy-i Ekrem ertesi gece de namaz kıldı. Halk, yine bunu konuştu; katılanların sayısı da iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece insanlar yine toplandı. Öyle ki, mescid onları alamayacak hâle geldi. Ancak Allâh Resûlü, sonraki gece onların yanına çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz:
«–Yaptığınızı gördüm. Yanınıza çıkmaktan beni alıkoyan şey, bu namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır.» buyurdu. (Buhârî, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177)
Resûlullâh, terâvîh namazını cemaat hâlinde kılmamıştır. Herkesin, gücü nisbetinde ibâdet etmesini daha münâsip bulmuştur. Terâvîh namazı, Hazret-i Ebûbekir’in halîfeliği döneminde de ferdî olarak kılınmış, Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında ise cemaatle kılınmaya başlanmıştır.
Hazret-i Peygamber, Ramazan aylarında bütün ibâdet ve ihsânlarını artırır, Rabbiyle doyumsuz bir mülâkât iklîmine girerdi. Nitekim İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle der:
“Resûllullâh insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazan’da Cebrâîl’in (a.s.), kendisi ile buluştuğu vakitlerdi. Cebrâîl (a.s.), Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Resûlullâh Cebrâîl (a.s.) ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7; Müslim, Fezâil 48, 50)
FITIR SADAKASI FARZ MI?
Orucun ardından “Bayram Namazı” ve “Sadaka-i Fıtr” emredildi. Resûlullâh Sadaka-i Fıtr’ın Müslümanlardan büyük-küçük, kadın-erkek, her bir hür ve köle üzerine bir sâ’ hurma veya bir sâ’ arpa olarak farz kılındığını bildirdi. İhtiyaç sâhipleri hakkında da:
“Onları bu (bayram) gününde aç dolaşmaktan kurtarınız!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 248) Fıtır sadakası, bayram namazından önce verilirse makbul bir sadaka olur, namazdan sonra verilirse fıtrın dışında bir sadaka yerine geçer. Hazret-i Enes (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullâh Medîne’ye geldiğinde Medînelilerin iki (bayram) günü vardı. O günlerde oynayıp eğlenirlerdi. Allâh Resûlü:
«−Bu iki gün(ün mânâ ve ehemmiyeti) nedir?» diye sordu. Onlar:
«−Biz câhiliye devrinde bu günlerde eğlenirdik!» dediler. Efendimiz:
«−Allâh, bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban Bayramı ve Fıtır (Ramazan) Bayramı!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât 239/1134; Nesâî, Iydeyn, 1)
Peygamber Efendimiz, aynı sene Zilhicce ayının onuncu günü bayram namazını kıldırdıktan sonra Müslümanlara kurban kesmelerini emretti. Peygamber Efendimiz, Medîne’de on yıl kaldı ve her sene kurban kesti. Allâh Resûlü kurbanı çift keser, birisini kurban kesemeyen ümmeti için, diğerini de hem kendisi hem de ev halkı için keserdi. Haneş (r.a) der ki:
“Hazret-i Ali’yi, iki koç kurban ederken gördüm:
«−Niçin böyle yapıyorsun?» dedim:
«–Resûlullâh vefâtından sonra kendisi için de kurban kesmemi bana vasiyet buyurmuştu. İşte ben O’nun vasiyetini yerine getirmek üzere kesiyorum! Bundan sonra da kesmeye devâm edeceğim!» dedi.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 1-2/2790; Ahmed, I, 107)
Kurban Bayramı’nın Arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, 23 vakitte, yalnız başına veya cemaatle kılınan farz namazların arkasından birer defâ:
diyerek tekbîr getirmek, erkek-kadın, imam-cemaat, mukîm-misâfir her müslümana vâciptir. Buna teşrîk tekbîrleri denir. Fıtır sadakasından bir müddet sonra da “Zekât” emri geldi. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Sâilin (isteyenin) ve mahrûmun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), servette mâlûm bir hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19)
“Onlar ki zekât vazifelerini en güzel şekilde îfâ ederler. (Zekât vermek ve onu en lâyık yere ulaştırmak için çalışırlar, böylece nefislerini tezkiye ederler.)” (el-Mü’minûn, 4)
“(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin! Ve onlar için duâ et! Çünkü Sen’in duân, onlar için sükûnettir (huzur kaynağıdır).” (et-Tevbe, 103)
ZEKATIN FARZ KILINMASI
Zekât, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi altı yerde namazla birlikte zikredilir. Dört yerde ise müstakil olarak geçer. Bunlardan Mü’minûn Sûresi’ndeki, namazdan ayrı olarak geçmekle birlikte orada da namaz kılanların zekâtlarını verdikleri husûsu ifâde buyrulur. Bunun sebebi, “bedenî” ve “mâlî” olmak üzere iki gruba ayrılan ibâdetlerde, bu ikisinin, birinci sırada ve eş değerli olarak yer almasıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Namaz kıldığı hâlde zekât vermeyen kimsenin namazı(nda hayır) yoktur!” buyrulmuştur. (Heysemî, III, 62)
Zekat Kimlere Verilmez?
Zekât; mektep, kurs, hastahâne gibi hükmî şahıslara verilmez. Zîrâ o, Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi, sekiz sınıf muhtâca âit bir haktır. Böyle müesseseler, kendilerine verilen zekâtı fakirlerin aslî ihtiyaçları dışında sarf edemezler. Ancak kursta bulunan muhtaç öğrencilere ve i’lây-ı kelimetullâh maksadıyla ilim öğrenen talebelere harcayabilirler. Zîrâ zekâtın, geçiminden âciz fakirlerin aslî ihtiyaçlarını (havâyic-i asliye) karşılamak üzere verilmesi ve bunun araştırılması, onun sıhhat şartlarındandır. Bu sebeple kendilerine zekât tevdî edilen müesseseler bu prensibe hassâsiyetle riâyet etmelidirler. Aksi hâlde Hak katında mes’ûl olurlar.
Zekat Kimlere Verilir?
Kur’ân-ı Kerîm’de zekâtın hangi şahıslara verilebileceği şu şekilde tasnîf edilmektedir:
“Sadakalar (zekâtlar), Allâh’tan bir farz olarak ancak fukarâya (geçimini temin edemeyen, ya da çok zor temin edebilenlere), mesâkîne (hiçbir şeyi olmayanlara), onun üzerine âmil olanlara (zekât toplama memurlarına), müellefe-i kulûba (kalpleri İslâm’a ısındırılması gerekenlere), kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allâh yolundakilere (mücâhidlere, dînî ilim talebelerine vs.) ve yolda kalmışlara mahsustur. Allâh pek iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” (et-Tevbe, 60)
Dernek ve vakıf gibi hükmî şahıslara da ancak âyette buyrulan sekiz yere ulaştırmaları şartıyla zekât verilebilir. Bu, dikkat edilmesi gereken mühim bir husustur.
Peygamber Efendimiz zekât hakkındaki ilâhî emir üzerine, zekâtın nelerden, ne miktarda verileceği ve ne kadar malı olana farz kılındığı hakkında bir yazı yazdırdı ve onu kılıcına bağladı. Vefâtına kadar bu yazıyı yanında bulundurdu ve ona göre amel etti. Allâh Rasûlü’nden sonra Hazret-i Ebûbekir ve ondan sonra da Hazret-i Ömer da ona göre amel ettiler.
Zekâtın; varlıklı insanların servete râm olma netîcesinde muhtemel azgınlıklarına set çekmek, muhtaçların zenginlere karşı kin ve haset gibi menfî temâyüllerle dolmalarını engellemek, ictimâî hayâtı korumak ve fertleri birbirine muhabbetle kenetlemek gibi pek çok ferdî ve ictimâî hikmetleri vardır. Fakir ve zengin arasındaki denge ve muhabbeti temin açısından İslâm ictimâî nizâmında “zekât ve infak” ibâdetinin çok mühim bir yeri vardır.
Zekât ve infaktaki hikmetlerden biri de, ferdî sermâyenin dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) ve bu sûretle zayıfların istismârına veya aralarında kin ve haset husûle gelmesine mânî olmaktır. Çünkü zenginlik, bir övünme ve büyüklenme vesîlesi olursa, zengin için âkıbet hazîn olur. Oysa bir toplumda, yardım eden veya yardım edilen bütün fertler, maddî ve mânevî cihetlerden birbirlerine muhtaçtırlar.
Bilinmelidir ki mülk, mutlak mânâda Allâh’a âittir. İnsanların mülk üzerindeki sâhipliği ise günümüzde yeni îcâd edilen devre mülk usûlüne benzer. Yâni servet, Allâh’ın kuluna geçici olarak verdiği bir emânettir. Bu yüzden fertlerin onu kullanması, birtakım ilâhî ölçülere bağlanmıştır. O, mülkün hakîkî sâhibinin emrettiği istîkâmette kullanılmalı veya sarf edilmelidir. Şâyet servet, ilâhî emirlere zıt bir sûrette kullanılırsa, insanları azdırmaya, türlü kibir, zulüm ve haksızlıklara sürüklemeye çok müsâittir. Böyle bir âfete sürüklenenlerde mal sevgisi, kalbe yerleşir. Cenâb-ı Hakk’ın dünyâ nîmetleri içinde sâdece mal ve evlâdı “fitne” olarak zikretmiş olması, bunların kalbe girerek âdeta putlaşması tehlikesine binâendir. Bu bedbahtlığa düşenleri îkâz için Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! O gün cehennem ateşinde (bu biriktirilen altın ve gümüşler) kızdırılıp bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. (Ve onlara denilir ki:) «İşte bu, nefisleriniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Zekat Vermeyenlerin Hükmü
Resûlullâh da zekâtı ihmâl edenlerin acı âkıbetini şöyle ifâde buyurmuştur:
“Zekâtı verilmeyen her altın ve gümüş, kıyâmet günü ateşte kızdırılarak levha hâline getirilir ve sâhibinin yanları, alnı ve sırtı bunlarla dağlanır. Bu levhalar soğudukça, sâhibine azâb için tekrar kızdırılır. Süresi elli bin sene olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye kadar bu böyle devâm eder. Netîcede kişi, yolunun ya cennete ya da cehenneme çıktığını görür.” Ashâb:
“–Yâ Resûlallâh! Peki zekâtı verilmeyen develerin durumu nedir?” diye sorduklarında Hazret-i Nebî şöyle buyurdu:
“–Develerinin hakkını ödemeyen her deve sâhibi, -ki su başlarına geldikleri zaman sağılıp sütünden muhtaçlara dağıtılması da bu haklar arasındadır- kıyâmet günü düz ve geniş bir sahaya yatırılır. O develer de, bir tek yavru bile hâriçte kalmamak şartıyla en semiz hâlleriyle gelerek o kişiyi ayaklarıyla çiğner ve dişleri ile ısırırlar. Öndekiler geçtikçe arkadakiler gelir (aynı şeyi yapar). Süresi elli bin sene olan bir günde insanlar hakkında hüküm verilinceye kadar bu böyle devâm eder. Netîcede kişi, yolunun ya cennete veya cehenneme çıktığını görür.”
Ashâb-ı kirâm, sığır ve koyunların zekâtını ödemeyenlerin durumunu sorduklarında da Allâh Resûlü benzer cevaplar verdi. (Müslim, Zekât, 24; Buhârî, Cihâd, 48)
Zekât ve sadakalarda nezâket husûsuna da çok dikkat etmek gerekmektedir. Başa kakmak, kötüsünden vermek gibi zekâtı ve sadakayı boşa çıkaran davranışlardan uzak durmak gerekir. Bilhassa veren, alana karşı bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar ise, aynı zamanda, veren kişiyi hastalık ve musîbetlere karşı koruyan birer siper-i sâikadır. Yoksullar, fakirler ve garipler, aslında varlık sâhipleri için büyük bir nîmettir. Zîrâ cennet kapıları, onların duâları ile açılır.
Sadaka Vermenin Edebi
Sadaka verirken riâyet edilecek edebi tâlim eden âyetlerde şöyle buyrulmaktadır:
“Mallarını Allâh yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, işte onların Allâh katında mükâfâtları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, hilim sâhibidir. Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız infak ve sadakalarınızı boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 262-264)